OTANT�K TA�

KUR’ÂN’DA MANEVÎ HASTALIKLAR

V MAKALELER
KURANDA ŞİFA
Fiyatı      :      TL
[dpsc_display_product]
Ürünün Özellikleri
  • BİLGİ
  • MANEVİ HASTALIKLAR

KUR’ÂN’DA MANEVÎ HASTALIKLAR

Cehalet
Müfessirler, ^ …” yani gönüllerdeki yaralara bir şifa
olduğu âyetini ve bu manadaki âyetleri açıklarken kalplerdeki ve davranışlardaki hastalıklardan biri de cehâlet olduğuna dikkat çekmişlerdir. Kur’ân’ın da bu cehâlet hastalığına bir şifa olduğunu ifade etmişlerdir.
“Cehl” fiili, bilmemek, tanımamak, kaba davranmak, gücendirmek gibi lûgav

KURANDA ŞİFA

KURANDA ŞİFA

î anlamlarda kullanılmaktadır.
Rağıb el-İsfehanî (Ö.502/1108), cehl’e üç anlam yüklemektedir: Bunlar, “Kişinin bilgiden boş olması, gerçeğin dışında bir şeye inanması ve bir şey hakkında olması gereken davranışın aksini yapmasıdır” demiştir.
Kur’ân’ ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan “câhil, cahiliyye, cehâlet, cehûl” kelimelerini kullanmaktadır. Kur’ân’ı Kerim’de cehâletin geçtiği âyetlerde, genellikle cehâletin fenalığı, cahillerin yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuştur. Yine Kur’ân’da ilim ve hikmetin Allah’ ın sıfatları arasında yer alması, ayrıca Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlere verilen en önemli meziyetler içinde ilim ve hikmetin zikredilmesi, cehâlete karşı bir tavır olarak yorumlanmıştır.
Kur’ân’nın ilk inen âyetlerinde kalem kullanmanın ve Allah’ ın insana bilmediği şeyleri öğretmesinin vurgulanması, dolaylı olarak cehâletin insan için en başta gelen kusur ve tehlikelerden biri olduğunu göstermektedir.
Kur’ân, kâfirlerin yalnız dünya hakkında bir bilgi sahibi olduklarını ifade eder: “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler…” , …”Sen bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme. îşte onların erebilecekleri bilgi budur…” Bu âyetler, kâfirlerin bilgisinin maddenin ötesinde metafizik âlemi bilmeye asla kâfi gelemeyeceğini,deneysel ve tabiî ilimlerin, Kur’ân’ın kastettiği ilmin yanında hiç bir kıymetinin olmadığını ifade etmektedir.
Kur’ân’ ın gönderilmesinin en önemli gayesi hiç şüphesiz, insanların içinde bulundukları koyu ve karanlıklı cehâlet girdâplarından, yanlış fikir inanç ve düşüncelerden kurtararak, doğruyu, gerçeği ve iyi olanı öğretmektir. Nitekim, Kur’ân’ ın yeryüzüne gönderilmesiyle beraber, insanlık tarihi açısından, ilim ve irfan sahasında yeni bir çığır açmış ve önemli bir dönüm noktası olarak tarihe geçmiştir.

1.4.2. Şüphe

Türkçe’de yeni deyimle kuşkulanma anlamında kullanılan şüphe, Kur’ân ıstılahında ise, şekk ve rayb lafızlarıyla ifade edilmektedir. Şekk, asıl anlamı yırtmak, paralamak olup, insanda iki zıt şeyin aynı ölçüde olması, iki karşıt düşünceden birinin diğerine ağır basmamasıdır. Yahut şekk, pazunun yana yapışması anlamından istiare olarak alınmış da olabilir. Bu da iki düşüncenin birbirine yapışıp akıl ile anlaşılamamasıdır. Çünkü terim olarak şekk, ya iki düşüncenin kanıtının aynı derecede olmasından veya hiçbirinin kanıtının olmamasından ileri gelir. Rayb ise, şekk, şüphe, zan, töhmet anlamına gelmektedir. Reyb, esasında kendine bir ızdırap, bir kuşku vermek anlamında mastar iken, sözlükte bu ızdıraba başlıca sebep olan şek ve şüphe manasında kullanımı üstün gelmiştir.
Aşırı şüphe sinirsel bir hastalıktır. Ancak eğer bu şüphe bir durumun usulü dairesinde incelenmesinden ileri gelirse, normal bir şüphe olur; evet ile hayır arasındaki tereddütler gibi. Çünkü insan, fıtraten dışından aldıklarını içinde işleme özelliğine sahiptir; içinde işlediklerinden ise, kendisine en uygun olanını seçer. Bu türden olan şüpheler metodik oldukları taktirde, insanı hakikate ulaştırır. Kelamcı ve felsefecilerin konular üzerindeki şüpheleri gibi.
Ayrıca şüphenin kaynağı hakkında da şunlar ifade edilmektedir: kalpte beliren şüphenin nedeni günahlar ve haramlardır. Bunların neticesinde ise manevî yara ve bereler hâsıl olur ve bunlar da son aşama olarak yerinivesvese ve şüphelere bırakır. Şüpheler ise, imanın mahalli olan kalbin batınına ilişerek (imanı) zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın ruhanî zevkine zarar verip zikirden nefretkârâne uzaklaştırıp susturur.
Kur’ân, şek ve şüpheleri izâle ederek gönüllerdeki bu hastalığa şifa olmak için gönderilmişken, insanların ve özellikle de münâfıkların şüphe içinde kalmaya devam etmelerinin nedeni iki şeydir. Bunlar, ya tam bir cehâlete boyanmış, özel garezlerinden başka hiç bir şeye yönelme duygusu kalmamış olan, kalpleri mühürlenmiş kâfir inatçılardır. Veya hiç bir şeyin bilinmediğine inanmış her hususta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı algılamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka ulaştıracak basiret nurları sönmüş, nifâkı su-i zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen manasız, hükümsüz ve haksızdır.
Bununla beraber, ilim ve fenler gelişmesine rağmen, âlemde gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da inkâr olunamaz. Dolaysıyla insanlığın en büyük kalbî ve ahlâkî hastalığının şüphe ve şüphelenme meselesinde olduğunu ve insanlığın saadeti gayesinde bunun her şeyden giderilmesi gerektiğini Kur’ân, bu şekilde gösterdikten sonra insanları, iman, ilim ve sağlam bilgiyle yaşatacak olan hak yolunu ve srat-ı müstakîmi peyderpey açıklamıştır.
Bazı müfessirler de, ” Kendisinde hiç bir şüphe yoktur.” âyetini açılarken; Kur’ân delillerinin şüpheden uzak, açık ve yüksek bir değere sahip olduğunu vurgulamıştır. Böylece Allah, her âyetin şüphe edilmeyecek bürhanların yerine geçtiğini ve her türlü şekten uzak olduğunu ayrıca mukaddes kitaplar içinde doğru yolu Kur’ân kadar açık ve net bir şekilde gösteren başka bir kitabın bulunmadığını ifade etmiştir.
“Hakk, Rabb’inden gelendir. Artık şüphe edenlerden olma.” , “Kendilerine kitap verdiklerimiz, bu Kur’ân’ın senin Rabb’in tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bildirirler. Öyleyse sakın şüphe edenlerdenolma.” Yukarıda zikredilen bu âyetlerde, Kur’ân’ın gönüllerdeki her türlü şüphe hastalıkların izâle ederek şifa vermek için gönderildiği vurgulanırken, diğer taraftan da mü’minin imanı açısından en tehlikeli ve korkulacak manevi hastalık ise şüphe olduğuna dikkat çekilmektedir.

1.4.3. Şirk

Şirk, “şerike” fiilinin masdarı olup, aynı kökten gelen şirket, müşâreket, mülk ve saltanatta ortak olmayı, bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade etmektedir. Aynı kökten gelen “eşreke” fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise, müşrik denir. Istılahta ise şirk, Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımak, O’na karşı şirki dava ve ispat etmektir ki, küfrün en büyüğü de budur. İslam dinînin esaslarına tevhid akidesine inanmayan ve bunu açıkça ilân edenlere hakiki müşrik denir. Yahudiler ve Hristiyanlar bu gruba girerler.
İslam uleması, şirk konusunda bir çok değerlendirmeler ve tasnifler yapmakla birlikte öz olarak iki yönüne dikkat çekmişlerdir. Birincisi, Yüce Allah’a karşı şirkin varlığını ispat etmektir ki en büyük şirk budur. ” Falan kişi Allah’a ortak koşmak iddiasında bulundu.” Bu gruba örnek olarak söylenir. Bundan dolayı bu şirk, küfrün en büyüğü kabul edilmiştir. İkinci şirk ise; riya, iki yüzlülük gibi bazı davranışlarda Allah dışındaki şeyleri dikkate alarakonlara riayet etmesidir ki buna da küçük şirk denilmiştir.
74 İsfehanî, a.g.e., s. 259,260; Yazır, a.g.e., III. 459
” Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” Bu ve benzeri âyetlerin değerlendirilmesi sonucunda anlaşılan odur ki ; inkar ve şirk içinde hayatını tamamlayanların bağışlanmayacağı kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
“Muhakkak şirk büyük bir zulümdür.”77 Çünkü zulüm, bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını Allah’tan başkasına vermektir. Aynı zamanda “Andolsun Biz Ademoğlunu yücelttik.”78 ifadesince Allah’ ın mükerrem kıldığı ve şeref verdiği insan nefsini bir yaratığa ibadet ettirerek alçaltmaktır. Diğer bir nokta ise şirk koşmak, tanrılığı Allah’ın dışındaki şeylere vermektir. Allah’ın dışındaki şeylerin ise, tanrı olmasına hiç bir şekilde cevaz ve imkan yoktur.79
Izutsu, şirk ve küfür arasındaki anlam ilişkisinden dolayı şu değerlendirmeyi yapmaktadır. ” Eski Arap diyarında, putperestlik, putlara ve birde kendilerine bazen “Allah’ ın kızları” ya da kısaca Allah’ ın arkadaşları veya ortakları adı verilen tali ilahî şahsiyetlere tapmaktan ibarettir. Bu tür putperestlik için en uygun terim şirktir, putpereste de müşrik kelime anlamıyla “eş koşan” yani Allah’a ortaklar izafe eden denir.”80
Bazı âyetlerde müşrik sözünün anlam içeriğini başlıca iki faktörün belirlediği ima yolu ile anlatılmaktadır.81 Bunlar, Vahye tabi olmamak ve Allah’ ın mutlak birliğini tanımamaktır. “Rabb’inden sana vahyolunana tabi ol. O’ndan başka ilah yoktur. Müşrikten uzak dur.”82
“Her zerresinde tevhid anlayışına dayanan İslam açısından, Hristiyanlığın teslis öğretisinin, putperestliğin tipik bir misâli olduğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Hz. İsa’nın tanrılaştırılması da öyle. Hristiyanlığın bu merkezî uhdelerinin ayırım gözetilmeksizin kâfirce eylemler biçimde ele alınmış olduğunu belirtmiş olalım. Bu eylemler birer şirk vak’ası olmak hasebiyle küfür sınıfına dahil olunmaktadırlar.”83
Bir başka açıdan bakıldığında ise şirk, “iftira alâ Allah el- kezib” den yani “Allah aleyhine yalan uydurmaktan” başka bir şey değildir. Ne bir eksik ne bir fazla. Zira muhakkak putperestliğin şirki, “kapris (naz) yüzünden,” gerçekte isminden başka hiç bir varlığı bulunmayan varlıklar yaratmaktan

 

77 Lokman, 31/13
78 İsra, 17/70.
8709 Yazır, a.g.e., VI. 45
80 Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (Çev. Selahattin Ayaz), Pınar Yay.
3.Baskı İstanbul, 2003, s. 211
81 Maide, 5/72,73
82 En’am, 6/106
83 Izutsu, a.g.e., s. 211-212ibarettir. Ve bu yoldan da gidildiğinde, aşağıdaki bölümün apaçık gösterildiği gibi şirk son noktasında küfür ile buluşmaktadır.
Onlar, “Allah kendisine bir oğul edindi!” diyorlar. Tenzih ederim! O Samed’dir. Yerdeki ve gökteki her şey O’na aittir. Sizin bu konuda yetkiniz yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söyleyeceksiniz? Söyle kendilerine: “Yeminle, Allah hakkında yalan söyleyenlerin sonu iyi olmayacak!” Kâfir oldukları için onlara acı bir ceza tattırtacağız.
Buraya kadar şirk hakkında naklettiğimiz değerlendirmeler şu gerçeği gösteriyor ki, o da; Kur’ân’ ın şirk kavramı, üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu olduğunu ve Allah katında en büyük cürüm olmasının tabiî bir sonucu olarak, müşriklerin şirk eylemlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğratılacaklarını haber vermesidir.

1.4.4. Küfür
Küfür, bir şeyi örtmek, gizlemek gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Bundan dolayı karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye ve toprağın altında tohumu gizlediği için çiftçiye kâfir denilmektedir. Istılahta ise, imanın zıddı olup, Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in Allah katından getirdiği kesin olarak belli ( delâleti ve sûbuti kat’i haberler) olan şeyleri inkâr etmektir.
İmam-ı Gazalî, küfrü, “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’ in getirmiş olduğu haberlere (Kur’ân’a ve mütevatir sünnete) inanmamak, onları yalanlamak olarak” tarif eder.

Kur’ân’ı Kerim’de: ” Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” âyeti İbn-i Kesir tefsir ederken, İbn-i Abbas (r.a.)’ ın; ” Kim Allah’ın indirdiği hükümleri bilebile red ve inkâr ederse kâfir olur.” Şeklinde yorumladığını beyan etmektedir.
İmandaki doğrulama gibi, küfürde de yalanlama; kalben, sözle veya fiilen olur. Kalben yalanlama, nasıl küfür ise zorunluluk yokken sözle yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözle yalanlama, daha kötü bir düşmanlığı açığa vurma olur. Bunun gibi fiili yalanlama da böyledir. İman edilmesi gereken mukaddesleri fiilen hakir görme, alay etme ve hafife alma, iptal etmeye çalışmak küfrün en kötüsü olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre denip de, sözle veya fiilen açığa vurulup ilân olunan küfür denmemesi nasıl mümkün olur. Ancak sözle veya fiilen açığa vurma ( kalbi imanla tatmin olmuş olduğu halde baskı altında olduğu hariç) şer’i istisnası gereğince mecburi bir zorlamaya dayalı olursa bu sorumluluğu gerektirmez.
Kur’ân, kâfirlere bir çok âyette işaret etmekte, kendilerini belirleyen temel kimliklerle nitelemektedir. Kur’ân’ ın onlar için belirlediği sûret şudur: Tevhîde, resullere ve semavî kitaplara, âhiret gününe, dirilişe, hesaba, cennet ve cehenneme inanmaz; fayda ve zarar vermeyen, işitemez, konuşamaz ve akledemez olan putlara ibadet eden babalarının davranışlarını taklit ederler. Düşünceleri donmuş, İslam’ın çağırdığı tevhid gerçeğine idrâk etmekten yoksun kişiler olduklarından dolayı Kur’ân, şu ifadeyle kendilerini tanıtmaktadır: “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde inmiştir…”
Ayrıca küfür, sadece diğer menfi vasıfların çevresinde dolaştıkları destek noktasını teşkil etmekle kalmayıp, Kur’ânî ahlâk sisteminin tümü içinde öyle önemli bir yer işgal etmektedir ki, bu kelimenin anlamsal yapısının nice olduğunun berrak bir biçimde anlaşılması, olumlu niteliklerin ekserisinin layıkınca değerlendirilmesinde adeta ön bir şarttır.
İnsan, yaşamının her anında kendisine göstermekte olduğu iyilik karşılığında, Allah’a karşı minnet beslemek görevini üstlenmiştir. Kâfir, bu suretle Allah’ın lütfuna muhatap olduktan sonra, davranışında hiç bir minnettarlık ifadesi taşımayan ve hatta Banî’ine karşı isyankâr davranan kişidir. Allah’ın hayır ve keremine karşı takınılan bu temel nankörcedavranış en bariz ve etkin biçimde tekzibde yani Allah’ a, elçisine ve elçinin getirdiği ilahî habere iftirada kendinî göstermektedir.
İnsanın yaratıcıyı reddi olarak küfür, en tipik biçimde çeşitli küstahça, hoyratça ve düşüncesizce eylemlerde kendisini belli eder. “Kibirli şişinmek” demek olan istikbar ve şahsın kendisini tamamıyla hür ve bağımsız addetmesi manasını taşıyan istiğnâ gibi benzer fikirleri temsil eden basit bir çok sözcük mevcuttur. Bu bakımdan küfür, tadarrunun, ( alçak gönüllülüğün) tam karşıtını oluşturmakta ve İslam’ın genel din anlayışını hakikaten merkezî öğesi olan “Allah korkusu” takvâ fikriyle doğrudan çakışmaktadır.
Özetle iman, tevhid üslubuyla bir inançlar topluluğuna tam bir boyun eğiş ve tabi oluştur. Küfür de onlardan birinin bile bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak ta küfürdür. İman tümel bir kabûldür. Küfür ise, onun bozucusu olduğundan küçücük bir olumsuzlama ile ve inkârla gerçekleşir. Tümel bir olumsuzlamaya bağlı olmaz. İman ile küfür sadece zıt değil, birbirleriyle çelişiktirler. Ne bir araya gelirler, nede arada vasıta vardır.

1.4.5. İsyan ve Günahlar
Müfessirler; günah ve isyanı, kalbî ve manevî hastalıklar olarak değerlendirerek Kur’ân’ın bu tür ahlâkî ve sosyal ruh hastalıklarına karşı “şifa ve rahmetin ta kendisi” olduğunu ifade etmişlerdir. Bunun için de (Kur’an) “…müminlere bir şifa ve rahmettir… ” âyetinde, Peygamber bir doktora Kur’ân ise şifa veren ve devaya yeterli bir gıdaya benzetiliyor demişlerdir.
İsyan, itâatin dışına çıkma, emre karşı gelme, başkaldırı, Allah’ın kanunları çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınma hali gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Günah ise, Farsça bir kelime olup lûgatlarda; ” Allah’ın emirlerine aykırı olarak görülen iş, davranış, dinî suç” gibi anlamlarıifade eder. Günah ve isyan Kur’ân terminolojisinde ism, lemen, seyyie, zenb, kebire ve cürm kavramlarıyla ifade edilmiştir.
Izutsu’ya göre günah terimi, ism ile anlamdaştırlar ve en fazla, Kitab’ın yasayıcı bölümlerinde kullanılmaktadır. Anlamları, işleyene ceza gerektirecek bir günah ve cürüm gibi gözükmektedir.
Günahlar hakkında İslam bilginlerinin farklı tasnif ve değerlendirmeleri olmuştur. “Eğer yasak ettiğimiz büyük (günahlardan) kaçınırsanız sizin (diğer) kabahatlerinizi örteriz” âyetinde büyük günahlar “kebâir,” kabahatler de “seyyie” olarak açıklanmıştır.
Elmalılı Yazır, “Günahın açık olanını da, gizlisini terk edin” âyetini tefsir ederken şunları kaydetmiştir. “Günahın açık olanı da, gizli olanı da tabiri ilk anda iki anlamı ihtiva eder. Birisi açıktan açığa alenen yapılan kötü fiil, diğeri de gizli de yapılsa kötülüğü, kötü olduğu açık ve kesin olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de iki çeşit demektir ki birisi gizli yapılan kötü fiil, diğeri de, açıktan da yapılsa kötülüğü gizli yani başlangıçta fenalığı açıktan açığa anlaşılmayan, sonradan meydana çıkan ve dolaysıyla ilk anda günahının anlaşılması bir delil ve habere bağlı olan kötü fiildir. Bundan başka bir fiil, ya zina, hırsızlık v.s. gibi azalarla yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi sadece kalp ile yapılır. Günahın açık ve gizli olması ifadesi bu farkı içine alırsa da bu öncekilerin muhtevasına girmektedir.”
Özetle, isyan ve günahlar, insanın kalbî ve ruhî hayatı açısından en tehlikeli manevî hastalıklardandır. Bunun yanı sıra isyan ve günahlar, kul ile Allah arasındaki manevî irtibatı kestiğinden insandaki bir çok latife ve duyguları ya köreltir ya da bir daha dirilmemek üzere öldürür.
1.4.6. Nifâk ve Münâfıklık
Manevî hastalıklar arasında önemli bir yere sahip olan ve İslam’ın manevî hayatının sıhhatini zedeleyen bu kavramlar hakkında Ku’ân’ ı Kerim oldukça geniş ve ayrıntılı bilgi sunmuştur.
Nifak kelimesi, “Ne-fa-ka” fiil kökünden gelir. Bu fiil çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. İslam’a bir taraftan girip diğer taraftan çıkmağa denilmektedir. Bu kelime, “nafikâu’l yerbû” (ova sıçanın deliği) tabirinden alınmıştır. Yer altında bulunan ve bir ucundan girilip, diğer ucundan çıkılan işlek yol (tünel) manasında kullanılmaktadır. Böyle bir tünelin sahibi, onun içerisinde nasıl gizlenirse, münâfık da İslam’ın perdesi altında öylece gizlenir. İslami ıstılahta ise, dili ile imanı izhar eden, buna mukabil kalbinde küfrü sabit olan kimseye münâfık denilmektedir.
Münâfıklar, dışı Müslüman içi kâfir olan iki yüzlü şaşkınlardır ki piyasaya göre şekil alırlar. Her münâfık riyakârdır. Fakat her riyakârın münâfık olması gerekmez. Riya imana zıt olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise inancın zıddına imanda riyakârlıktır. Bununla beraber sırf ameli olan nifâk ta vardır. Bu yönüyle nifâk ile riya birbirine yakındırlar.
Kur’ân’da münâfıkların, şahıs olarak isimlerinin geçmediğini görmekteyiz. Kur’ân’ ın bu mevzuda, insanın psikolojik tabiatını göz önüne aldığını söyleyebiliriz. Eğer ismen şahıslar zikredilseydi, ismi zikredilen şahısların İslam’a girmeleri mümkün olmazdı. Çünkü egonun tahrik edildiğinde, karşı tarafın hakkı savunduğuna inanılsa bile, inad ile mukâbele edilmesi bir fıtrat kanunudur.
Münâfıkların en büyük hassasiyetleri, menfaâtlerine ve zevklerine düşkünlükleridir. Bu durum, onları iki yüzlülüğe ve yalana itmektedir. Nitekim Kur’ân, münâfıkların bu hususiyetlerinden bahsederken cimriliğin en katmerlisi olan ve pintilik anlamına gelen, aynı zamanda ruhsal bir hastalık göstergesi olmak üzere sıfat-ı müşebbehe formuyla “eşihhe” ifadesini kullanır: “Sizlere karşı gayet cimridirler …” , ” Çünkü onlarkötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar. Onlar ellerini sıkı sıkı tutarlar.” “Onlar, “Allah’ ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler ” diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerlerin hazinleri Allah’ ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar.”
Kur’ân, münâfıkların menfaate olan düşkünlüklerini gizleseler de, bu husustaki aşırı hırslarının kendilerini ele verdiğini ifade etmektedir: “İçlerinden sadakalar(ın taksimi) hususunda seni ayıplayacaklar da var. Çünkü eğer içlerinden kendilerine (diledikleri bir şey) verilirse hoşlanırlar. Şayet yine kendilerinden olanlara (diledikleri şey) verilmezse derhal kızarlar.”
Ayrıca Kur’ân, münâfıkların korkak bir ruh haletine sahip oldukların değinir. Nefsi veya komitesiyle tasarladığı oyun ve planları açığa çıkar diye korkak ve ürkek davranırlar. ” münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin mü’minlere indirilmesinden (daima) çekinirler…” Çünkü her duydukları kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanarak korkarlar. Lehlerine söyleneni bile aleyhlerine sanarak ürker, kaçınmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Onlara hemen hemen pöh denilse korkacak durumdadırlar. Her şeyden nem kapar her sesten ürkerler.
Ayrıca yeryüzündeki fesadın kaynağı olmakla birlikte fesatçılıklarını, ıslahatçılık olarak görecek kadar cemiyetteki muvazeneyi bilmez birileri oldukları da vurgulanmaktadır: ” Onlara; yeryüzünde fesad çıkarmayın denildiği zaman biz ancak ıslah edicileriz derler.”
Nifak, kalp mühürlemesine sebebiyet vermektedir. “Çünkü, onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdılar. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce iman edip inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.”
Kur’ân’da anlatılan nifâkla ilgili tüm bu özelikler, insanın bireysel ve sosyal hayatını ne kadar derinden sarstığını gözler önüne sermektedir. Ayrıca
Kur’ân’ ın, dünya ve âhiret hayatı açısından nifâkın en tehlikeli manevî bir hastalık olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.

KUR’ÂN’DA MANEVÎ HASTALIKLAR

V MAKALELER
KURANDA ŞİFA
Fiyatı      :      TL
Ürünün Özellikleri
  • BİLGİ
  • MANEVİ HASTALIKLAR
[dpsc_display_product]
Ürün Açıklaması Video Tanıtım Yorumlar

KUR’ÂN’DA MANEVÎ HASTALIKLAR

Cehalet
Müfessirler, ^ …” yani gönüllerdeki yaralara bir şifa
olduğu âyetini ve bu manadaki âyetleri açıklarken kalplerdeki ve davranışlardaki hastalıklardan biri de cehâlet olduğuna dikkat çekmişlerdir. Kur’ân’ın da bu cehâlet hastalığına bir şifa olduğunu ifade etmişlerdir.
“Cehl” fiili, bilmemek, tanımamak, kaba davranmak, gücendirmek gibi lûgav

KURANDA ŞİFA

KURANDA ŞİFA

î anlamlarda kullanılmaktadır.
Rağıb el-İsfehanî (Ö.502/1108), cehl’e üç anlam yüklemektedir: Bunlar, “Kişinin bilgiden boş olması, gerçeğin dışında bir şeye inanması ve bir şey hakkında olması gereken davranışın aksini yapmasıdır” demiştir.
Kur’ân’ ı Kerim, bu fiili ve bunun türevleri olan “câhil, cahiliyye, cehâlet, cehûl” kelimelerini kullanmaktadır. Kur’ân’ı Kerim’de cehâletin geçtiği âyetlerde, genellikle cehâletin fenalığı, cahillerin yanılgıları, kötülük ve zararları üzerinde durulmuştur. Yine Kur’ân’da ilim ve hikmetin Allah’ ın sıfatları arasında yer alması, ayrıca Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlere verilen en önemli meziyetler içinde ilim ve hikmetin zikredilmesi, cehâlete karşı bir tavır olarak yorumlanmıştır.
Kur’ân’nın ilk inen âyetlerinde kalem kullanmanın ve Allah’ ın insana bilmediği şeyleri öğretmesinin vurgulanması, dolaylı olarak cehâletin insan için en başta gelen kusur ve tehlikelerden biri olduğunu göstermektedir.
Kur’ân, kâfirlerin yalnız dünya hakkında bir bilgi sahibi olduklarını ifade eder: “Onlar, dünya hayatının görünen yüzünü bilirler…” , …”Sen bizi anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselere yüz verme. îşte onların erebilecekleri bilgi budur…” Bu âyetler, kâfirlerin bilgisinin maddenin ötesinde metafizik âlemi bilmeye asla kâfi gelemeyeceğini,deneysel ve tabiî ilimlerin, Kur’ân’ın kastettiği ilmin yanında hiç bir kıymetinin olmadığını ifade etmektedir.
Kur’ân’ ın gönderilmesinin en önemli gayesi hiç şüphesiz, insanların içinde bulundukları koyu ve karanlıklı cehâlet girdâplarından, yanlış fikir inanç ve düşüncelerden kurtararak, doğruyu, gerçeği ve iyi olanı öğretmektir. Nitekim, Kur’ân’ ın yeryüzüne gönderilmesiyle beraber, insanlık tarihi açısından, ilim ve irfan sahasında yeni bir çığır açmış ve önemli bir dönüm noktası olarak tarihe geçmiştir.

1.4.2. Şüphe

Türkçe’de yeni deyimle kuşkulanma anlamında kullanılan şüphe, Kur’ân ıstılahında ise, şekk ve rayb lafızlarıyla ifade edilmektedir. Şekk, asıl anlamı yırtmak, paralamak olup, insanda iki zıt şeyin aynı ölçüde olması, iki karşıt düşünceden birinin diğerine ağır basmamasıdır. Yahut şekk, pazunun yana yapışması anlamından istiare olarak alınmış da olabilir. Bu da iki düşüncenin birbirine yapışıp akıl ile anlaşılamamasıdır. Çünkü terim olarak şekk, ya iki düşüncenin kanıtının aynı derecede olmasından veya hiçbirinin kanıtının olmamasından ileri gelir. Rayb ise, şekk, şüphe, zan, töhmet anlamına gelmektedir. Reyb, esasında kendine bir ızdırap, bir kuşku vermek anlamında mastar iken, sözlükte bu ızdıraba başlıca sebep olan şek ve şüphe manasında kullanımı üstün gelmiştir.
Aşırı şüphe sinirsel bir hastalıktır. Ancak eğer bu şüphe bir durumun usulü dairesinde incelenmesinden ileri gelirse, normal bir şüphe olur; evet ile hayır arasındaki tereddütler gibi. Çünkü insan, fıtraten dışından aldıklarını içinde işleme özelliğine sahiptir; içinde işlediklerinden ise, kendisine en uygun olanını seçer. Bu türden olan şüpheler metodik oldukları taktirde, insanı hakikate ulaştırır. Kelamcı ve felsefecilerin konular üzerindeki şüpheleri gibi.
Ayrıca şüphenin kaynağı hakkında da şunlar ifade edilmektedir: kalpte beliren şüphenin nedeni günahlar ve haramlardır. Bunların neticesinde ise manevî yara ve bereler hâsıl olur ve bunlar da son aşama olarak yerinivesvese ve şüphelere bırakır. Şüpheler ise, imanın mahalli olan kalbin batınına ilişerek (imanı) zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın ruhanî zevkine zarar verip zikirden nefretkârâne uzaklaştırıp susturur.
Kur’ân, şek ve şüpheleri izâle ederek gönüllerdeki bu hastalığa şifa olmak için gönderilmişken, insanların ve özellikle de münâfıkların şüphe içinde kalmaya devam etmelerinin nedeni iki şeydir. Bunlar, ya tam bir cehâlete boyanmış, özel garezlerinden başka hiç bir şeye yönelme duygusu kalmamış olan, kalpleri mühürlenmiş kâfir inatçılardır. Veya hiç bir şeyin bilinmediğine inanmış her hususta şek ve şüphe ruhlarını kaplamış, hakkı algılamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka ulaştıracak basiret nurları sönmüş, nifâkı su-i zannı şiar edinmiş şüphecilerdir. Artık bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen manasız, hükümsüz ve haksızdır.
Bununla beraber, ilim ve fenler gelişmesine rağmen, âlemde gerek teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da inkâr olunamaz. Dolaysıyla insanlığın en büyük kalbî ve ahlâkî hastalığının şüphe ve şüphelenme meselesinde olduğunu ve insanlığın saadeti gayesinde bunun her şeyden giderilmesi gerektiğini Kur’ân, bu şekilde gösterdikten sonra insanları, iman, ilim ve sağlam bilgiyle yaşatacak olan hak yolunu ve srat-ı müstakîmi peyderpey açıklamıştır.
Bazı müfessirler de, ” Kendisinde hiç bir şüphe yoktur.” âyetini açılarken; Kur’ân delillerinin şüpheden uzak, açık ve yüksek bir değere sahip olduğunu vurgulamıştır. Böylece Allah, her âyetin şüphe edilmeyecek bürhanların yerine geçtiğini ve her türlü şekten uzak olduğunu ayrıca mukaddes kitaplar içinde doğru yolu Kur’ân kadar açık ve net bir şekilde gösteren başka bir kitabın bulunmadığını ifade etmiştir.
“Hakk, Rabb’inden gelendir. Artık şüphe edenlerden olma.” , “Kendilerine kitap verdiklerimiz, bu Kur’ân’ın senin Rabb’in tarafından hak olarak indirilmiş olduğunu bildirirler. Öyleyse sakın şüphe edenlerdenolma.” Yukarıda zikredilen bu âyetlerde, Kur’ân’ın gönüllerdeki her türlü şüphe hastalıkların izâle ederek şifa vermek için gönderildiği vurgulanırken, diğer taraftan da mü’minin imanı açısından en tehlikeli ve korkulacak manevi hastalık ise şüphe olduğuna dikkat çekilmektedir.

1.4.3. Şirk

Şirk, “şerike” fiilinin masdarı olup, aynı kökten gelen şirket, müşâreket, mülk ve saltanatta ortak olmayı, bir şeyin birden fazla kişiye ait olduğunu ifade etmektedir. Aynı kökten gelen “eşreke” fiili, ortak koşmak, ortak olmak anlamına gelir. Ortak koşana ise, müşrik denir. Istılahta ise şirk, Allah’a zatında, sıfatlarında ve fiillerinde ortak ve denk tanımak, O’na karşı şirki dava ve ispat etmektir ki, küfrün en büyüğü de budur. İslam dinînin esaslarına tevhid akidesine inanmayan ve bunu açıkça ilân edenlere hakiki müşrik denir. Yahudiler ve Hristiyanlar bu gruba girerler.
İslam uleması, şirk konusunda bir çok değerlendirmeler ve tasnifler yapmakla birlikte öz olarak iki yönüne dikkat çekmişlerdir. Birincisi, Yüce Allah’a karşı şirkin varlığını ispat etmektir ki en büyük şirk budur. ” Falan kişi Allah’a ortak koşmak iddiasında bulundu.” Bu gruba örnek olarak söylenir. Bundan dolayı bu şirk, küfrün en büyüğü kabul edilmiştir. İkinci şirk ise; riya, iki yüzlülük gibi bazı davranışlarda Allah dışındaki şeyleri dikkate alarakonlara riayet etmesidir ki buna da küçük şirk denilmiştir.
74 İsfehanî, a.g.e., s. 259,260; Yazır, a.g.e., III. 459
” Allah kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.” Bu ve benzeri âyetlerin değerlendirilmesi sonucunda anlaşılan odur ki ; inkar ve şirk içinde hayatını tamamlayanların bağışlanmayacağı kesin olarak ortaya çıkmaktadır.
“Muhakkak şirk büyük bir zulümdür.”77 Çünkü zulüm, bir şeyi olması gereken yerden başka bir yere koymaktır. Allah’ın hakkını Allah’tan başkasına vermektir. Aynı zamanda “Andolsun Biz Ademoğlunu yücelttik.”78 ifadesince Allah’ ın mükerrem kıldığı ve şeref verdiği insan nefsini bir yaratığa ibadet ettirerek alçaltmaktır. Diğer bir nokta ise şirk koşmak, tanrılığı Allah’ın dışındaki şeylere vermektir. Allah’ın dışındaki şeylerin ise, tanrı olmasına hiç bir şekilde cevaz ve imkan yoktur.79
Izutsu, şirk ve küfür arasındaki anlam ilişkisinden dolayı şu değerlendirmeyi yapmaktadır. ” Eski Arap diyarında, putperestlik, putlara ve birde kendilerine bazen “Allah’ ın kızları” ya da kısaca Allah’ ın arkadaşları veya ortakları adı verilen tali ilahî şahsiyetlere tapmaktan ibarettir. Bu tür putperestlik için en uygun terim şirktir, putpereste de müşrik kelime anlamıyla “eş koşan” yani Allah’a ortaklar izafe eden denir.”80
Bazı âyetlerde müşrik sözünün anlam içeriğini başlıca iki faktörün belirlediği ima yolu ile anlatılmaktadır.81 Bunlar, Vahye tabi olmamak ve Allah’ ın mutlak birliğini tanımamaktır. “Rabb’inden sana vahyolunana tabi ol. O’ndan başka ilah yoktur. Müşrikten uzak dur.”82
“Her zerresinde tevhid anlayışına dayanan İslam açısından, Hristiyanlığın teslis öğretisinin, putperestliğin tipik bir misâli olduğunu kaydetmemiz yerinde olacaktır. Hz. İsa’nın tanrılaştırılması da öyle. Hristiyanlığın bu merkezî uhdelerinin ayırım gözetilmeksizin kâfirce eylemler biçimde ele alınmış olduğunu belirtmiş olalım. Bu eylemler birer şirk vak’ası olmak hasebiyle küfür sınıfına dahil olunmaktadırlar.”83
Bir başka açıdan bakıldığında ise şirk, “iftira alâ Allah el- kezib” den yani “Allah aleyhine yalan uydurmaktan” başka bir şey değildir. Ne bir eksik ne bir fazla. Zira muhakkak putperestliğin şirki, “kapris (naz) yüzünden,” gerçekte isminden başka hiç bir varlığı bulunmayan varlıklar yaratmaktan

 

77 Lokman, 31/13
78 İsra, 17/70.
8709 Yazır, a.g.e., VI. 45
80 Izutsu, Toshihiko, Kur’ân’da Dinî ve Ahlâkî Kavramlar (Çev. Selahattin Ayaz), Pınar Yay.
3.Baskı İstanbul, 2003, s. 211
81 Maide, 5/72,73
82 En’am, 6/106
83 Izutsu, a.g.e., s. 211-212ibarettir. Ve bu yoldan da gidildiğinde, aşağıdaki bölümün apaçık gösterildiği gibi şirk son noktasında küfür ile buluşmaktadır.
Onlar, “Allah kendisine bir oğul edindi!” diyorlar. Tenzih ederim! O Samed’dir. Yerdeki ve gökteki her şey O’na aittir. Sizin bu konuda yetkiniz yoktur. Allah hakkında bilmediğiniz şeyler mi söyleyeceksiniz? Söyle kendilerine: “Yeminle, Allah hakkında yalan söyleyenlerin sonu iyi olmayacak!” Kâfir oldukları için onlara acı bir ceza tattırtacağız.
Buraya kadar şirk hakkında naklettiğimiz değerlendirmeler şu gerçeği gösteriyor ki, o da; Kur’ân’ ın şirk kavramı, üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu olduğunu ve Allah katında en büyük cürüm olmasının tabiî bir sonucu olarak, müşriklerin şirk eylemlerinden dolayı şiddetli bir azaba uğratılacaklarını haber vermesidir.

1.4.4. Küfür
Küfür, bir şeyi örtmek, gizlemek gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Bundan dolayı karanlığı ile her şeyi örttüğü için geceye ve toprağın altında tohumu gizlediği için çiftçiye kâfir denilmektedir. Istılahta ise, imanın zıddı olup, Allah’ın varlığını ve birliğini, peygamberliği, Hz. Muhammed (s.a.v.)’ in Allah katından getirdiği kesin olarak belli ( delâleti ve sûbuti kat’i haberler) olan şeyleri inkâr etmektir.
İmam-ı Gazalî, küfrü, “Resûl-i Ekrem (s.a.v.)’ in getirmiş olduğu haberlere (Kur’ân’a ve mütevatir sünnete) inanmamak, onları yalanlamak olarak” tarif eder.

Kur’ân’ı Kerim’de: ” Allah’ın indirdiği hükümlerle hükmetmeyenler var ya, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir.” âyeti İbn-i Kesir tefsir ederken, İbn-i Abbas (r.a.)’ ın; ” Kim Allah’ın indirdiği hükümleri bilebile red ve inkâr ederse kâfir olur.” Şeklinde yorumladığını beyan etmektedir.
İmandaki doğrulama gibi, küfürde de yalanlama; kalben, sözle veya fiilen olur. Kalben yalanlama, nasıl küfür ise zorunluluk yokken sözle yalanlama da öyledir. Hatta böyle bir sözle yalanlama, daha kötü bir düşmanlığı açığa vurma olur. Bunun gibi fiili yalanlama da böyledir. İman edilmesi gereken mukaddesleri fiilen hakir görme, alay etme ve hafife alma, iptal etmeye çalışmak küfrün en kötüsü olduğunda şüphe yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre denip de, sözle veya fiilen açığa vurulup ilân olunan küfür denmemesi nasıl mümkün olur. Ancak sözle veya fiilen açığa vurma ( kalbi imanla tatmin olmuş olduğu halde baskı altında olduğu hariç) şer’i istisnası gereğince mecburi bir zorlamaya dayalı olursa bu sorumluluğu gerektirmez.
Kur’ân, kâfirlere bir çok âyette işaret etmekte, kendilerini belirleyen temel kimliklerle nitelemektedir. Kur’ân’ ın onlar için belirlediği sûret şudur: Tevhîde, resullere ve semavî kitaplara, âhiret gününe, dirilişe, hesaba, cennet ve cehenneme inanmaz; fayda ve zarar vermeyen, işitemez, konuşamaz ve akledemez olan putlara ibadet eden babalarının davranışlarını taklit ederler. Düşünceleri donmuş, İslam’ın çağırdığı tevhid gerçeğine idrâk etmekten yoksun kişiler olduklarından dolayı Kur’ân, şu ifadeyle kendilerini tanıtmaktadır: “Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir, gözlerine de perde inmiştir…”
Ayrıca küfür, sadece diğer menfi vasıfların çevresinde dolaştıkları destek noktasını teşkil etmekle kalmayıp, Kur’ânî ahlâk sisteminin tümü içinde öyle önemli bir yer işgal etmektedir ki, bu kelimenin anlamsal yapısının nice olduğunun berrak bir biçimde anlaşılması, olumlu niteliklerin ekserisinin layıkınca değerlendirilmesinde adeta ön bir şarttır.
İnsan, yaşamının her anında kendisine göstermekte olduğu iyilik karşılığında, Allah’a karşı minnet beslemek görevini üstlenmiştir. Kâfir, bu suretle Allah’ın lütfuna muhatap olduktan sonra, davranışında hiç bir minnettarlık ifadesi taşımayan ve hatta Banî’ine karşı isyankâr davranan kişidir. Allah’ın hayır ve keremine karşı takınılan bu temel nankörcedavranış en bariz ve etkin biçimde tekzibde yani Allah’ a, elçisine ve elçinin getirdiği ilahî habere iftirada kendinî göstermektedir.
İnsanın yaratıcıyı reddi olarak küfür, en tipik biçimde çeşitli küstahça, hoyratça ve düşüncesizce eylemlerde kendisini belli eder. “Kibirli şişinmek” demek olan istikbar ve şahsın kendisini tamamıyla hür ve bağımsız addetmesi manasını taşıyan istiğnâ gibi benzer fikirleri temsil eden basit bir çok sözcük mevcuttur. Bu bakımdan küfür, tadarrunun, ( alçak gönüllülüğün) tam karşıtını oluşturmakta ve İslam’ın genel din anlayışını hakikaten merkezî öğesi olan “Allah korkusu” takvâ fikriyle doğrudan çakışmaktadır.
Özetle iman, tevhid üslubuyla bir inançlar topluluğuna tam bir boyun eğiş ve tabi oluştur. Küfür de onlardan birinin bile bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek şeylerin hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak ta küfürdür. İman tümel bir kabûldür. Küfür ise, onun bozucusu olduğundan küçücük bir olumsuzlama ile ve inkârla gerçekleşir. Tümel bir olumsuzlamaya bağlı olmaz. İman ile küfür sadece zıt değil, birbirleriyle çelişiktirler. Ne bir araya gelirler, nede arada vasıta vardır.

1.4.5. İsyan ve Günahlar
Müfessirler; günah ve isyanı, kalbî ve manevî hastalıklar olarak değerlendirerek Kur’ân’ın bu tür ahlâkî ve sosyal ruh hastalıklarına karşı “şifa ve rahmetin ta kendisi” olduğunu ifade etmişlerdir. Bunun için de (Kur’an) “…müminlere bir şifa ve rahmettir… ” âyetinde, Peygamber bir doktora Kur’ân ise şifa veren ve devaya yeterli bir gıdaya benzetiliyor demişlerdir.
İsyan, itâatin dışına çıkma, emre karşı gelme, başkaldırı, Allah’ın kanunları çerçevesinde üzerine düşeni yapmaktan kaçınma hali gibi lûgavî anlamları ifade etmektedir. Günah ise, Farsça bir kelime olup lûgatlarda; ” Allah’ın emirlerine aykırı olarak görülen iş, davranış, dinî suç” gibi anlamlarıifade eder. Günah ve isyan Kur’ân terminolojisinde ism, lemen, seyyie, zenb, kebire ve cürm kavramlarıyla ifade edilmiştir.
Izutsu’ya göre günah terimi, ism ile anlamdaştırlar ve en fazla, Kitab’ın yasayıcı bölümlerinde kullanılmaktadır. Anlamları, işleyene ceza gerektirecek bir günah ve cürüm gibi gözükmektedir.
Günahlar hakkında İslam bilginlerinin farklı tasnif ve değerlendirmeleri olmuştur. “Eğer yasak ettiğimiz büyük (günahlardan) kaçınırsanız sizin (diğer) kabahatlerinizi örteriz” âyetinde büyük günahlar “kebâir,” kabahatler de “seyyie” olarak açıklanmıştır.
Elmalılı Yazır, “Günahın açık olanını da, gizlisini terk edin” âyetini tefsir ederken şunları kaydetmiştir. “Günahın açık olanı da, gizli olanı da tabiri ilk anda iki anlamı ihtiva eder. Birisi açıktan açığa alenen yapılan kötü fiil, diğeri de gizli de yapılsa kötülüğü, kötü olduğu açık ve kesin olan fiil demektir. Buna karşılık günahın gizlisi de iki çeşit demektir ki birisi gizli yapılan kötü fiil, diğeri de, açıktan da yapılsa kötülüğü gizli yani başlangıçta fenalığı açıktan açığa anlaşılmayan, sonradan meydana çıkan ve dolaysıyla ilk anda günahının anlaşılması bir delil ve habere bağlı olan kötü fiildir. Bundan başka bir fiil, ya zina, hırsızlık v.s. gibi azalarla yapılır veya inançsızlık, hased, kibir gibi sadece kalp ile yapılır. Günahın açık ve gizli olması ifadesi bu farkı içine alırsa da bu öncekilerin muhtevasına girmektedir.”
Özetle, isyan ve günahlar, insanın kalbî ve ruhî hayatı açısından en tehlikeli manevî hastalıklardandır. Bunun yanı sıra isyan ve günahlar, kul ile Allah arasındaki manevî irtibatı kestiğinden insandaki bir çok latife ve duyguları ya köreltir ya da bir daha dirilmemek üzere öldürür.
1.4.6. Nifâk ve Münâfıklık
Manevî hastalıklar arasında önemli bir yere sahip olan ve İslam’ın manevî hayatının sıhhatini zedeleyen bu kavramlar hakkında Ku’ân’ ı Kerim oldukça geniş ve ayrıntılı bilgi sunmuştur.
Nifak kelimesi, “Ne-fa-ka” fiil kökünden gelir. Bu fiil çeşitli anlamlarda kullanılmıştır. İslam’a bir taraftan girip diğer taraftan çıkmağa denilmektedir. Bu kelime, “nafikâu’l yerbû” (ova sıçanın deliği) tabirinden alınmıştır. Yer altında bulunan ve bir ucundan girilip, diğer ucundan çıkılan işlek yol (tünel) manasında kullanılmaktadır. Böyle bir tünelin sahibi, onun içerisinde nasıl gizlenirse, münâfık da İslam’ın perdesi altında öylece gizlenir. İslami ıstılahta ise, dili ile imanı izhar eden, buna mukabil kalbinde küfrü sabit olan kimseye münâfık denilmektedir.
Münâfıklar, dışı Müslüman içi kâfir olan iki yüzlü şaşkınlardır ki piyasaya göre şekil alırlar. Her münâfık riyakârdır. Fakat her riyakârın münâfık olması gerekmez. Riya imana zıt olmayarak bazı amelde de olabilir. Asıl münâfıklık ise inancın zıddına imanda riyakârlıktır. Bununla beraber sırf ameli olan nifâk ta vardır. Bu yönüyle nifâk ile riya birbirine yakındırlar.
Kur’ân’da münâfıkların, şahıs olarak isimlerinin geçmediğini görmekteyiz. Kur’ân’ ın bu mevzuda, insanın psikolojik tabiatını göz önüne aldığını söyleyebiliriz. Eğer ismen şahıslar zikredilseydi, ismi zikredilen şahısların İslam’a girmeleri mümkün olmazdı. Çünkü egonun tahrik edildiğinde, karşı tarafın hakkı savunduğuna inanılsa bile, inad ile mukâbele edilmesi bir fıtrat kanunudur.
Münâfıkların en büyük hassasiyetleri, menfaâtlerine ve zevklerine düşkünlükleridir. Bu durum, onları iki yüzlülüğe ve yalana itmektedir. Nitekim Kur’ân, münâfıkların bu hususiyetlerinden bahsederken cimriliğin en katmerlisi olan ve pintilik anlamına gelen, aynı zamanda ruhsal bir hastalık göstergesi olmak üzere sıfat-ı müşebbehe formuyla “eşihhe” ifadesini kullanır: “Sizlere karşı gayet cimridirler …” , ” Çünkü onlarkötülüğü emrederler, iyilikten alıkoyarlar. Onlar ellerini sıkı sıkı tutarlar.” “Onlar, “Allah’ ın elçisinin yanında bulunanlar için hiç bir şey harcamayın ki dağılıp gitsinler ” diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerlerin hazinleri Allah’ ındır. Fakat münafıklar bunu anlamazlar.”
Kur’ân, münâfıkların menfaate olan düşkünlüklerini gizleseler de, bu husustaki aşırı hırslarının kendilerini ele verdiğini ifade etmektedir: “İçlerinden sadakalar(ın taksimi) hususunda seni ayıplayacaklar da var. Çünkü eğer içlerinden kendilerine (diledikleri bir şey) verilirse hoşlanırlar. Şayet yine kendilerinden olanlara (diledikleri şey) verilmezse derhal kızarlar.”
Ayrıca Kur’ân, münâfıkların korkak bir ruh haletine sahip oldukların değinir. Nefsi veya komitesiyle tasarladığı oyun ve planları açığa çıkar diye korkak ve ürkek davranırlar. ” münafıklar, kalplerinde olanı kendilerine haber verecek bir sûrenin mü’minlere indirilmesinden (daima) çekinirler…” Çünkü her duydukları kuvvetli bir sesi mutlaka kendi aleyhlerinde sanarak korkarlar. Lehlerine söyleneni bile aleyhlerine sanarak ürker, kaçınmaya çalışırlar. Sertçe bir öksürükten şüphelenirler. Onlara hemen hemen pöh denilse korkacak durumdadırlar. Her şeyden nem kapar her sesten ürkerler.
Ayrıca yeryüzündeki fesadın kaynağı olmakla birlikte fesatçılıklarını, ıslahatçılık olarak görecek kadar cemiyetteki muvazeneyi bilmez birileri oldukları da vurgulanmaktadır: ” Onlara; yeryüzünde fesad çıkarmayın denildiği zaman biz ancak ıslah edicileriz derler.”
Nifak, kalp mühürlemesine sebebiyet vermektedir. “Çünkü, onlar yeminlerini kalkan yapıp insanları Allah yolundan saptırdılar. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce iman edip inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalpleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.”
Kur’ân’da anlatılan nifâkla ilgili tüm bu özelikler, insanın bireysel ve sosyal hayatını ne kadar derinden sarstığını gözler önüne sermektedir. Ayrıca
Kur’ân’ ın, dünya ve âhiret hayatı açısından nifâkın en tehlikeli manevî bir hastalık olduğuna dikkat çekmesi oldukça önemlidir.