Değerli taşların genel adı olarak karşımıza çıkan cevher38, Arapça bir isim olup, cem’i cevahirdir39. Farsçada gevher olarak kullanılır40. “Bir şeyin özü, esası; öz, maya, üstünlük, nitelik, yetenek, değerli taş, mücevher, kılıcın üzerindeki meneviş ve halka biçimindeki dalgalar, ebced hesabında dalgalı harf”41 gibi farklı manalara sahiptir. Hz. Peygamber’in ravzasındaki tozlara ve Alevilerde Hacı Bektaş Çelebisi’nin bastığı toprağa da cevher denir42.
Cevherler (saf olanlar haricinde) şu şekilde sınıflandırılır: 1. Alçak tenörlü (tenör, cevherin içindeki kıymetli madde yüzdesi): Verimi az olan, 2. Yüksek tenörlü: Verimli olan, 3. Ham cevher: Ocaktan çıktığı halde 4. som cevher: Muamele görmeden satılabilen veya ergitilmeye gönderilebilen, 5. Elle ayıklanabilen, 6. Konsantrasyon yolu ile zenginleştirilmeye lüzum gösteren cevher, 7. Konsantre cevher: Meselâ manyetik yolla veya flotasyonla (Yağla kaplı cevheri çalkalama ile gangdan ayırıp yüzdürme işlemi. Cevher içindeki kıymetsiz kısım gang diye adlandırılır) tenörü yükseltilmiş cevher, 8. Ergitilecek cevher: Metalin, cevherden ergitilme yoluyla çıkarılması gereken cevher. Rehber Ansiklopedisi, “Cevher”, C.3, Türkiye Gazetesi Yay., İstanbul, s. 217-218.
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara, 2006, s. 137. Devellioğlu, age, s. 287.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “Cevher”, C. 5, Milliyet Gazetesi Yay., İstanbul, 1986, s. 2290. Hacı Bektaş Çelebisi’nin bastığı toprak çeşitli hastalıklara şifa olması niyetiyle içilirmiş. Bk. Ahmet Talat Onay, Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü, (Hzl. Cemal Kurnaz), Birleşik Yay., Ankara, 2007, s. 86.
Değişikliğe uğrayan cevher araz adını alır. Cevher kalıcı; araz geçicidir. Cevher tek, araz ise çeşitlidir. Bu yüzden tasavvufta Allah, cevher olarak geçer. O’nun varlığından
başka her şey geçicidir, arazdır. Örneğin taş ve toprak oluşumunda kendisinden başka bir cisme ihtiyaç duymaz. Bunlar başlı başına bir cevherdir. Ancak taşın, toprağın rengi var olmak için başka bir cevhere muhtaçtır. Dolayısıyla arazdır. Kırmızı taş dendiğinde taşın kendisi cevher, rengi ise araz olur43:
Bulmuş âmîziş zemîn ile zaman ol gûne kim
Çeşm-i gerdûn farkdan kaldı ‘arazla cevheri (Nâbî/Diriöz, 1994: 551)
Bî-‘araz bir cevher-i safîdir amma muttasıl
Ehl-i tab’ın zîver-i tîğ u sinânıdır sözüm (Nef’î/Akkuş, 1993: 45)
Cevher-i zâtınla kaim bir ‘arazdır lâmekân
Mümtenî’dir hayyiz-i ilm-i Alîm olmak bana (Fehîm/Üzgör, 1991: 310) Mahz-ı cevherdür kelâmum anlama anı ‘araz
Âb-ı kevserden içe gör kalmasın sende maraz (Sun’ullah-ı Gaybî/Kemikli, 2000: 359)
“İslam Ortaçağ’ında değerli taşlar yanında madenler ve minareleri ifade etmek için kullanılan”44 cevher, felsefeye ve tasavvufa konu olmuş, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Ünlü filozof Aristo cevheri “mantık” ve “metafizik” boyutlarında ele alır. Varlığı “duyulur maddî cevherler ve duyular üstü mânevî cevherler” şeklinde sınıflandırır. Gazalî cevheri cisim, madde, suret, nefis ve akıl olmak üzere beş gruba ayırır. Kındî cevherin zaman ve mekan kavramlarına bağlı kalması ve çeşitli türlere ayrılması sebebiyle Tanrı olarak yorumlanamayacağını vurgularken “Cevheriyyûn”45 dan olan Farabî ise cevheri Tanrı olarak tanımlamaktadır.
“Allah cevheri ve zatıyla ezelî olandır ve ezelî oluşunda başka bir varlığa muhtaç değildir. O’nun cevheri varlığının devamı ve bekası için yeterlidir. Onun cevherinde bölünme yoktur. Kendine mahsus bir cevheri olması bakımından da tektir. Ayrıca Allah cevheri itibariyle bil-fiil akıldır.. .”46.
İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yay., İstanbul, 2007, s. 89; Agah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun, İstanbul, 1980, s. 86-87.
İlhan Kutluer, “Cevher”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul, 1993, s. 450-454.
Cevheriyyûn, “Allah’a bir cevher nazarıyla bakan mu’tezile fırkası”dır (Develioğlu, 2006: 138). Kutluer, a.g.an.m., C. 7, s. 450-454.
Tasavvufî bağlamda da ele alabileceğimiz cevheri tasavvuf ilmi “heyûla, sûret, cisim, nefis, akıl” olmak üzere beşe ayırır. Çünkü cevher, mücerred olan ve olmayan şeklinde sınıflandırılır. Cevâhirü’l-enbâ (haberlerin cevherleri), Cevâhirü’l-ulum (ilimlerin cevherleri), Cevâhirü avârifi’l-meârif (marifetlerin cevherleri) birer hakikat ilimleridir. İlimden daha kıymetli ve daha üstün bir şey olmadığı için hakikat ilimleri, ilimlerin cevheridir47. Kâşânî, cevheri şu şekilde tanımlar:
“Cevher ilk kullanımı itibariyle, bir şeyin duyuya güçlü bir şekilde gözüktüğünde denilen cehere (şey ortaya çıktı) kelimesinden türetilmiştir. Cehr denilen hastalık da buradan gelir. Cehr gündüzün aydınlığında hiçbir şey görmeyecek şekilde gözün ışığının kaybolması demektir. Arazın taşıyıcısına da cevher denilmiştir. Bunun nedeni onun taşıdığı şeyden üstün ve arazın varlığının kendisine bağlı olmasıdır”48.
Edebiyatımızda pek çok şair ilimin önemine değinir. İlim bir cevher, âleme saçılmış incidir:
Der-i ‘ilminde müsta’mel-suhan mâhiyyet-i ‘âlem
Reh-i fazlında pâşîde-güher hâsiyyet-i eşyâ (Nâbî/Diriöz, 1994: 479)
Bahrinün katresidür kimde ki var cevher-i ‘ilm
Mihrinün zerresidür kim de var nûr-ı reşâd (Nâbî/Diriöz, 1994: 503)
Nâbî, dîvânında Muhiddin İbni Arabî’ye bir medhiyye yazar. Ona göre ilim öncüsü olan Arabî’nin söylediği sözler, Allah’ın, Hz. Muhammed’in ve Hızır’ın sözleridir. Arabî, ezelî ilmin yansıtıcısıdır ve onun Fütûhât-ı Mekkiye ve Füsûsü’l-Hikem adlı eserleri Kur’an âyetlerinin içidir. Bu kitaplar irfân denizinin incileridir49:
Bâtın-ı âyât-ı Kur’ân’dur Fütûhât u Fusûs
Gevher-i deryâ-yı ‘irfândur Fütûhât u Fusûs (Nâbî/Diriöz, 1994: 299)
Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, İz Yay., İstanbul, 2004, s. 194. Kâşânî, age, s. 194.
Meserret Diriöz, Nâbî Dîvânı, Fey Vakfı, İstanbul, 1994, 295-300.
Cevher-i ahzar’ın çıktığı yer Ketm-i Adem’dir. Kenz-i Mahfî, Alem-i Kitmân da denir (Pala, 2007: 268). Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul, 2005, s. 127; Pala, age, s. 90.
Cevher-i evvel (ilk cevher) tamlaması Allah’ın nurundan olan ve diğer şeylerin ondan ortaya çıktığı ilk nesnedir. Böylece cevher-i evvel bu anlamıyla Hz. Muhammed’e işaret eder. Hakikat-ı Muhammediye, Nûr-ı Muhammedî, nûr-ı izâfî, cevher-i ahzar50, cevher-i ebyâz, akl-ı küll, cevher-i evvel yerine kullanılır51:
Bir vücûdun bâtınıdur cevher-i evvel dinen
Seyr ider ‘arazını ol nitekim seyr-i nevâ (Sun’ullah-ı Gaybî/Kemikli, 2000: 242)
Cevher-i ebyâz, beyaz cevher anlamındadır. Cevher-i evvelden yaratılan cevherdir. Bu cevher Allah’ın tecellîsiyle ikiye ayrılmış, ilki eriyerek su olmuş, ikincisi on parçaya bölünmüştür. Bunlar da Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Ay, Yıldız, Melekler, Hurîler
ve Güneştir52.
Cevher-i yegâne manasında da kullanılan cevher-i ferd ise, Arapça tek cevher demektir. Bölümlere ayrılmaz. Çoğu zaman asıl manasına iham yoluyla kullanılır. Agah Sırrı Levend cevher-i ferdi Samî’nin bir beyitiyle açıklar ve âlemdeki bütün varlıkların Hz. Muhammed’in cevher-i ferd-i vücudundan meydana geldiğini, bu varlıkların, O’nun cevher-i vücuduna nazaran birer araz olduğunu belirtir53:
Zuhur-ı cevher-i ferd-i vücududur bizzat
Bedâyi-i araz-ı mümkinattan maksûd (Samî/Onay, 2007: 86-87)
Ayrıca sevgili, onun dudağı, kelâm da “cevher-i ferd”dir: Cevher-i ferd-i kelâmı gûş-vâr-ı iftihâr
Reşha-i kilk-i beyânı dürr-i nâb-ı rûzgâr (Sâbit/Karacan, 1991: 222) Ey Mezâkî n’ola reşk eylerse erbâb-ı hayâl
Cevher-i ferd-i dehân-ı yârdur endîşemüz (Mezâkî/Mermer 1991: 412) Nısf -ı kutr üzre komış tâkına nûrânı bütün
Cevher-i ferd-i dehenden merkez-i nâ-yâb ana (Nehcî/Koç, 2003: 114)
Tasavvufta çok tesbih eden cevher (cevher-i subbûhî) insanın melekûtî ruhunu temsil eder. Felekler, rûh, ateş, cevher-i ulvî; Nefes-i Rahmânî cevher-i vücud’dur54.
Cebecioğlu, age, s. 127.
Cebecioğlu, age, s. 127; Levend, age, s. 86-87; Pala, age, s. 89. Cebecioğlu, age. s. 128.
Klasik Türk Edebiyatı’nda cevher kelimesi, güher, gevher, cevâhir, mücevher olarak da geçer. Değerli oluşuyla sevgilinin güzellik unsurlarına teşbih edilir. Akîk, la’l, yakut, inci, zümrüt, meşhur cevherlerdir. Bu nedenle renkleri, şekilleri ve önem arz etmeleriyle sevgilinin ağzı, dudağı, dişleri, teri, ziyneti, aşığın gözyaşı ve kanlı gözü birer cevherdir55:
Giryân isek ey dil n’ola cânâne bizümdür
Bahr-i gamuz ol gevher-i yek-dâne bizümdür (Nâbî/Diriöz, 1994: 563) Dehânı dürc-i gevher-dâne-i esrâr-ı kuddûsî
Zebânı tûtî-i mu’ciz-beyân-ı râz-ı evhayna (Sâbit/Karacan, 1991: 153) Âşinâlık etmez ol dendânı dürr hergiz bana
Sen gerekse eşk-i çeşmin şimdi bahr-ı gevher et (Remzî/Güven, 2005: 43) Hergiz ey dişleri dürr la’li güher âlemde
Gözümüz yaşına öykünmeye ummân umarız (Remzî/Güven, 2005: 117) Seyr-i dendânını ey la’li güher eylemişim
Eylemem bahr-ı cihânda dürr-i şeh-vâra heves (Remzî/Güven, 2005: 125) Gubâr-ı pâye ey serv-i hevâ-bahşım sehâb-âsâ
Gözümden gevher-i eşki nisâr etmek bana mahsûs (Remzî/Güven, 2005: 149) Görüpdür galibâ dîdâr-ı yârı çeşm-i gevher-pâş
Ki her sûya revân eyler su gibi ey gönül ol yaş (Remzî/Güven, 2005: 303) Tîg-ı müjgânına bak gamzelerin seyr eyle
Güher-i nâzdur ol cevher-i şemşîr degül (Mezâkî/Mermer, 1991: 455) Söze gelse leb-i gevher-feşânı
Virür câna hayât-ı câvidânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 270) ‘Adûya hande-i dendân-nümâ-yı nâz itme
O dürc-i gevheri her nâ-be-kâra gösterme (Mezâkî/Mermer, 1991: 527) Biz ganîmet bilürüz pây-ı hayâl-i yâri
Güher-i eşkini bu dîde-i pür-nem ne tutar (Mezâkî/Mermer, 1991: 322) İm’ân-ı nazarla dehenin eyle temâşâ
Dürc-i güher ü hokka-i lü’lü’-i teri gör (Mezâkî/Mermer, 1991: 347) Güzâr itdükçe dilden vakt-i rû-mâl-i kef ü pâyı
Güher-rîz-i sirişk-i çeşm-i giryân oldugum yirdür (Mezâkî/Mermer, 1991: 353) Gördükçe lebin dîde döker hâke sirişkin
Pala, age, s. 90.
Her katresi pür-gevher-i nâ-yâb da olsa (Nâilî/İpekten, 1990: 288)
Merdüm-i çeşmüm ider şâh-ı hayâlün i’zâz
Her gülüşde güher-i eşkin ider pây-endâz (Râmî/Hamami, 2001: 420)
Agız açma lebün emmek umana
Gevher-i la’lüni nâ-yâb eyle (Yahyâ/Ertem, 1995: 212)
Hat degül ruhsârda tasvîr-i bend-i âb u gül
Cevherün âyînede nakş u nigârın gösterür (Sükkerî/Erol, 1994: 173)
Görünmez hayli demdür gevher-i peykân-ı gam dilde
O murg-i nâme-ber mülk-i dile âyâ neden gelmez (Sükkerî/Erol, 1994: 186)
Atarsın gevher-i peykân-ı tîr-i gamze-i nâzı
Karâr ider gönülde yer ider memnûn olur çıkmaz (Sükkerî/Erol, 1994: 187) Mühre-i dendân-ı gevherdür diyü ol âfete
Zîb-i mengûş-ı binâ-gûş itmek ister gönlümüz (Sükkerî/Erol, 1994: 191) Fitne nigâhında mevc ursa ‘aceb mi kazâ
Gamzesini cevher-i hançer-i nâz eylemiş (Fehîm/Üzgör, 1991: 492)
Ey gamzeleri cevher-i şemşîr-i tegafül
Dünyâyı helâk eyledi te’sîr-i tegafül (Fehîm/Üzgör, 1991: 560)
Gözün güzelliğini ortaya çıkaran sürme (kuhl), cevherle ilişkilendirilir. Çünkü ezilip çeşitli macunlarla göze çekilen sürmenin, gözün görme yetisini kuvvetlendirdiğine inanılır:
Ter-dîde-i ehl-i nazara kuhl-ı cevâhir
Çeşm-i tama’-ı câhil-i hod-bîne gubâr ol (Mezâkî/Mermer, 1991: 465) Kilk-i siyâh-ı mâşitakâr elde Nâ’ilî
Kuhl-ı cevâhir-i suhene mîldânlanır (Nâilî/İpekten, 1990: 174)
Ben o deryâ-yı musaffâ-güherem kim hurşîd
Kuhl eder dîdesine sûde-i hâşâkümden (Fehîm/Üzgör, 1991: 616)
Hâk-i pâyidür anun kuhl-i cevâhir kim felek
Eylemiş mâh-ı nevi ana murassa’ sürme-dân (Râmî/Hamami, 2001: 106)
Âşıklar, bir hazine olan gönüllerinde aşk cevherini saklarlar: Nâhun-ı sîne-hırâş u ârzû-yı vasl imiş
Tîşe-i kân-ı mahabbet gevher-i nâ-yâb-ı ‘ışk (Mezâkî/Mermer, 1991: 434)
Gencîne-i sînemde bulup gevher-i ‘ışkı
Ol tuhfeyi bir dil-ber-i meh-rûya getürdüm (Mezâkî/Mermer, 1991: 467) Maksûd eger cevher-i aşk ise mücerred
Yâ fark-ı mecâzî vü hakîkî ne revâdır (Nef’î/Akkuş, 1993: 158)
Sînemiz mahzen edip cevher-i râz-ı aşka
Şâhid-i hüsnüne bir âyine-i pak oluruz (Nâilî/İpekten, 1990: 216)
Can gibi eder gevher-i aşkın yine pinhân
Sad pare de olsa sadef-i sîne-i âşık (Nâilî/İpekten, 1990: 240)
Sîne bir vîrânedür genc-i nihânîdür gönül
Gevher-i aşk isteyen bilsün ki kânîdür gönül (Yahyâ/Ertem, 1995: 137) Ya ka’r-nişîn-i yem-i derd ol ya şikeste
Ya dürc-i dilün gevher-i ‘aşka sadef itme (Fehîm/Üzgör, 1991: 654)
Gönül, aşk cevheriyle dolu bir sadeftir:
Gönül bir gevher-i genc-i mezâyâ-yı mahabbetdür
Ne çâre rû-keş-i hicrân ile pûşîdeyüz cânâ (Mezâkî/Mermer, 1991: 292)
Cân gibi sanduk-ı sînemde n’ola hıfz eylesem
Hokka-i pür-gevher-i râz-ı nihânıdur gönül (Mezâkî/Mermer, 1991: 450) Dilim endîşe-i medhinle bir deryâ-yı pür-gevher
Ana tîg-ı zebânım sanki bir mevc-i mücevherdir (Nef’î/Akkuş, 1993: 110) Dili gencîne-i pür-gevher-i esrâr-ı kudsîdür
N’ola keşşâf-ı remz-i hikmet olsa lafz-ı güftârı1(Râmî/Hamami, 2001: 53) Bahr-i ma’ârifdi ol zât-ı fezâ’il-penâh
Kalbi misâl-i sadef olmış idi pür-güher (Râmî/Hamami, 2001: 281) Delme bagrın bir bulunmaz gevher-i nâ-yâbdur
İtme bilmezlikle şâhum kalb-i Yahyâ’yı şikest (Yahyâ/Ertem, 1995: 39)
Ayrılık acısı çeken âşık, sevgiliye kavuşmanın özlemindedir. Fakat beklenen kavuşma, bir cevheri elde etmek gibi zordur. Bu nedenle vuslat, cevhere teşbih edilir:
Mezâkî gevher-i va’d-i nihân-ı vuslat-ı sâkî
Derûn-ı hokka-i dilde dür-i meknûn olur çıkmaz (Mezâkî/Mermer, 1991: 402)
Kıymet-şinâs-ı gevher-i yek-tâ-yı vuslatuz
Ser-germ-i sarf-ı nakd-i dü-‘âlem degül miyüz (Mezâkî/Mermer, 1991: 411)
Eşya olarak cevherlerle süslenmiş aynalar, taçlar, tahtlar, silahlar, kaftanlar şiire konu olur:
Mücevher tâc-ı devlet kimseye sûd etmez ey Nâbî
Nice şâh-ı cihânun çeşmi ol efserde kalmışdur (Nâbî/Diriöz, 1994: 222)
Zemâne giydi nârenci kabâ-yı zer-nigâr üzre
Cevâhir dügmelerle bir çiçekli anberîn hârâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151) Mücevher âyinedür hançer-i şerer-bârun
Cemâl-i feth ü zafer gösterür çü nakş-ı murâd (Sâbit/Karacan, 1991: 181)
Musanna’ kurnalar leb-rîzdür mânend-i Câm-ı Cem
Murassa’ tâslar pür-feyzdür çün sâgar ü sahbâ (Sâbit/Karacan, 1991: 293)
Hançer-i tîz-i murassa’ kabzasın yâd itmesün
Cân evi Sancar firengün çâr-ı bed-gevher gibi (Sâbit/Karacan, 1991: 296)
Nûr-ı mihr-i subh ü müşg-i şâmdan hâzırladı
‘Arş bir tâc-ı murassa’ ferş taht-ı âbnûs (Sâbit/Karacan, 1991: 319)
Vücûd-ı ‘âlem-ârâ-yı hümâyûniyle fahr itsün
Mücevher taht-ı Cemşîdî murassa’ tâc-ı Dârâyî (Sâbit/Karacan, 1991: 320)
Mücevher âyine-i höş-nümâya kondı gubâr
Sehâb kabladı ya âfitâb-ı rahşânı (Sâbit/Karacan, 1991: 343)
Ol şehsüvâr-ı fitne önünce çeker şükûh
Zerrîne-raht rahş-ı mücevher ‘inân-ı baht (Sâbit/Karacan, 1991: 365) Bu gazel matlaü’l-işrâkı senâ-küsteridür
Nûra gark itse n’ola hâme-i gevher-bârı (Mezâkî/Mermer, 1991: 241) Cânâ nüvid-i vuslatunı gûş ider miyüz
Gûş-ı dile o gevheri mengûş ider miyüz (Mezâkî/Mermer, 1991: 378) Sünbül-i pür-şeb-nem-i bâg-ı cinâna benzedür
Ey Mezâki elde kilk-i gevher-efsânun gören (Mezâkî/Mermer, 1991: 487)
Sanırım kendimi bir hâce-i sâhib-cevher
Aldığımca elime kilk-i güher-efşânı (Nef’î/Akkuş, 1993: 54)
Çok zamandır görmedik ol bâde-i rengini kim
Gevher-i tâc-ı ser-i Cemşîddir her katresi (Nâilî/İpekten, 1990: 318)
Kise zerden n’ola bir tâc-ı mücevher hörşîd
Oldı zira felek-i râbi’a kayser hörşîd (Râmî/Hamami, 2001: 69)
Ma’na ve cevher sık sık bir arada kullanılır. Şairler, kendilerini ve şiirlerini, içi mana cevherleriyle dolu bir hazine olarak tanımlar:
Benim ol genc-i der-nâ-beste-i pür-gevher-i ma’nâ
Ki yokdur hâbdan mergûb çeşm-i pâsibânumda (Nâbî/Diriöz, 1994: 253)
Genc-i pür-gevherüm ki güftârum
Güher-i imtihân-ı ma’nâdur (Mezâkî/Mermer, 1991: 250) Olsa pür-gevher-i esrâr-ı ma’ânî âlem
Sen yine anı dil-i Nef’î-i şeydâya değiş (Nef’î/Akkuş, 1993: 310) Cevher-i ma’nâyı gör âyîne-i tahkîkde
Kim o cevher vâkıf-ı râz-ı nüşûr eyler seni (Nâilî/İpekten, 1990: 152) Sensin ol mu’ciz-beyân kim nutk-i pâkün dâ’imâ
Cevher-i ma’nâyı eyler dest-i hikmetle ‘acine (Râmî/Hamami, 2001: 159) Bu zâhir gözini örtüp bana tut cânıla gönlün
Ki her bir sözün içinde tuyasın cevher-i ma’nâ (Niyâzî-i Mısrî/Erdoğan, 1998: 6)
Yine şairler, şiirlerinin, cevher gibi değerli, gösterişli ve süslü olduğunu vurgular: Dest-i gevher-bârını nazm itse bir şâ’ir eger
Haşre-dek ceyb-i hayâlinden dükenmez cevheri (Sâbit/Karacan, 1991: 194) Sâbitâ bu gevher-i nâ-süfte-i nazmun felek
Zîver-i gûş-ı hilâl-i çarh-ı bî-bünyâd ider (Sâbit/Karacan, 1991: 251) Benüm ol vâsıl-ı iksîr-i ‘uzmâ-yı suhen-dânî
Ki ednâ cevher-i nazmum bahâ-yı kân ü deryâdur (Sâbit/Karacan, 1991: 282) Benüm ol hâce-i gevher-şinâs-ı çâr-sûy-ı dil
Ki dürr-i silk-i nazmum gayret-i ‘ıkd-ı Süreyyâdur (Sâbit/Karacan, 1991: 283)
Dilersen dâsitân olmaya nazmıyla bu Remzîveş
Cihânda gevher-i eş’âra kân ol ey dil-i şeydâ (Remzî/Güven, 2005: 21)
Aceb mi gevher-i nazmı vücûda
Getirsem Remzî oldum kân-ı güher (Remzî/Güven, 2005: 108) Besdürür ey âşinâ nazmımla elfâzım bana
Lücce-i deryâdan etmem dürr ü gevher iltimâs (Remzî/Güven, 2005: 122) Ne sözler kim dehân-ı yâr-ı cân-ârâmdan çıkmış
Gevâhirdir sanasın dürc-i la’l-endâmdan çıkmış (Remzî/Güven, 2005: 140) Remzî kadrin kâmil-i sarrâf u dânâ-dil bilir
Cevher-i eş’ârın etme câhil-i nâ-dâna arz (Remzî/Güven, 2005: 157) Ümîdim budur ey hâce kesata düşmiye hergiz
Bula bâzâr-ı âlem içre kıymet cevher-i elfâz (Remzî/Güven, 2005: 167) Kanı benüm gibi şimdi güher-fürûş-ı kelâm
Ki her sözi ola bir gevher-i Bedahşânî (Mezâkî/Mermer, 1991: 261) Kim bahâ-yı le’âl-i güftârı
Kıymet-i gevher-i Bedahşânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 267) Mezâkî şi’r-i terüm kîmiyâ-yı ‘irfândur
Cihânı cevher-i nazmumla kâm-yâb iderin (Mezâkî/Mermer, 1991: 505) Gevher-i güftârına nisbet nedür
Kıymet-i dürr-i ‘Aden-i rûzgâr (Mezâkî/Mermer, 1991: 273) Ne nâme rişte-i nazma benân-ı dest-i ragbetle
Dür ü gevher dizilmiş bir ‘aceb silk-i güher geldi (Mezâkî/Mermer, 1991: 275) Mezâkî’nün bu gün seyr eyledük şi’r-i dil-ârâsın
O sâhib-genc-i nazmun gevher-i gencînesin gördük (Mezâkî/Mermer, 1991: 440) Felek har-mühre-i güftâr-ı a’dâya kulak tutmaz
Mezâki gevher-i nazmun gibi dür-dâneden sonra (Mezâkî/Mermer, 1991: 518) Nice nâme güher-ârâ-yı mezâyâ-yı kelâm
Kim olur ehl-i dile lâzım u belki elzem (Mezâkî/Mermer, 1991: 229)
Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem
Âlemin sermâye-i deryâ vü kânıdır sözüm (Nef’î/Akkuş, 1993: 45)
Bir benim gibi cigerdâr ehl-i tab’ olmaz dahi
Cevher-i tîg-ı kazâ-yı nâgehânîdir sözüm (Nef’î/Akkuş, 1993: 45)
Böyle cevher var elimde neyleyim dünyâyı ben
Başına çalsın felek âyîne-i İskender’i (Nef’î/Akkuş, 1993: 94)
Sözümün her biri bir gevher-i zî-kıymetdir
Ki bahâsın çekemez keffe-i mîzân-ı felek (Nef’î/Akkuş, 1993: 126)
Kerem değil bu kerâmetdir eylese ne acep
Kelâmımı dür iken gevher-i Bedahşânı (Nef’î/Akkuş, 1993: 148)
Zebânım bir mücevher tîg-ı bürrândır ki hemvâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nârûrı (Nef’î/Akkuş, 1993: 163)
Ey Nâ’ilî pesend ki gelmek muhaldir
Nazmın gibi cevâhir-i nâ-yâb bir yere (Nâilî/İpekten, 1990: 303)
Böylesine güzel şiirler ortaya koyan şairler, zihin dünyalarını, fikirlerini denize, cevhere, içi cevher dolu bir hazineye benzetir:
Birisi gevher-i endîşeme hem-seng olmaz
Yokladum hep güher-i tab’-ı sühan-sencânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 197) Hayâli dîdede fikri gönülde ol perî-zâdun
Sadef bir yirde vü ol gevher-i yek-dâne bir yirde (Mezâkî/Mermer, 1991: 527)
O bahr-ı mevc-zen-i pür-güherdir endîşem
Ki sâhilinde yatar deste deste dürr-i nazîm (Nef’î/Akkuş, 1993: 157)
Yine geldi hurûşa bahr-ı gevher-pâş-ı endîşem
Değildir bu kasîde bir dizi lü’lü-yı lâlâdır (Nef’î/Akkuş, 1993: 206)
Kâbiliyet insanın sahip olduğu bir cevherdir:
Çekdim güher-i ma’rifetim silk-i beyâna
Ol pâygehe lâyık-ı ihdâ mı değildir (Nâilî/İpekten, 1990: 73)
Hûrşîdi eylemiş sadef-i nüh-sipihre dâğ
Tâbende eyleyen güher-i kâbiliyetin (Nâilî/İpekten, 1990: 116) Şahsın isti’dâdı lutf-ı peykerinden bellidir
Kîmyâ-yı kâbiliyet cevherinden bellidir (Nâilî/İpekten, 1990: 186)
Mihr-veş olmasa kân-ı güher-i isti’dâd
Mübtelâ olmazidi sıne-i efgâra sadef (Nâilî/İpekten, 1990: 237)
Cevherin bir anlamı da, bir şeyin ya da bir varlığın özü, esası demektir:
Cevher-i âyîne-i sırr-ı dü-‘âlemdür şarâb
Âfitâb-ı feyz-bahş-ı cân-ı âdemdür şarâb (Fehîm/Üzgör, 1991: 322) Bir ‘ârâzdur kim ‘ademden cevheri mânend-i cism
Bü’l-‘aceb hikmet ki mevcûd-ı mü’ebbeddür gönül (Fehîm/Üzgör, 1991: 562)
Sözlerüm cevher-i mazmûn u hayâl oldı Fehîm
Neyleyem ben hazef-i tevriye vü tecnîsi (Fehîm/Üzgör, 1991: 678)
Bü’l-‘aceb tiynet-i kudsî-güher-i ‘irfânum
Sûret-i cevher-i cân mâye-i tahmîrümdür (Sâbit/Karacan, 1991: 246) Sâbit kalem ile hünerün kânını buldum
Bir cevheri çok mâyeli gencîneye düşdüm (Sâbit/Karacan, 1991: 476) Cevher-i cân ile yeksân ise de kıymetde
Narh-ı la’l-i leb-i yâri yine erzân buluruz (Mezâkî/Mermer, 1991: 399)
Felek tab’ ım gibi gevher getirmez her zaman dehre
Nice yılda eder hâsıl sadef bir dürr-i yektâyı (Nef’î/Akkuş, 1993: 136)
Nice gevher ki temâşâsına mahsûs olsa
Cevher-i cân gibi takdîr-i behâ ola muhâl (Nâilî/İpekten, 1990: 61) Hâsılı cevher-i zâtında var ol isti’dâd
K’ola bî-şâ ibe bir emr-i celîle ta’yîn (Nâilî/İpekten, 1990: 74) Muhassal cevher-i iksîr-i cândır tıynet-i pâki
Vücûdu kîmyâ-yı kâbiliyyetle muhammerdir (Nâilî/İpekten, 1990: 105) Ferzend-i nâ-halef ki peder-iftihâr olur
Zâtında cevher olmasa bî-i’tibâr olur (Nâilî/İpekten, 1990: 186) Dârû-yı hayât-ı dil olan zahmını âşık
Saklar güher-i canı gibi merheme vermez (Nâilî/İpekten, 1990: 228) Nâ’ilînin tab’-ı pâkinden ne gevherler çıkar
Ol hüner gencînesin ol ma’rifet kânın görün (Nâilî/İpekten, 1990: 245)
Hançer, kılıç, ok gibi savaş aletleri kimi zaman gerçek anlamıyla, kimi zaman mecaz yoluyla sevgiliye ve padişahlara ait bir unsur olarak kullanılır:
Mû’tedil olsa havâlar hurde hurde mevc ile
Benzemez mi kıl nazar bir tîg-i cevher-dâra su (Remzî/Güven, 2005: 257) Çeşm-i siyehi zâlim-i mazlûm-nümâdur
Lutf-ı nigehi cevher-i şemşîr-i cefâdur (Mezâkî/Mermer, 1991: 220)
Ol saf-der-i meydân-ı hayâlüm ki Mezâkî
Şemşîr-i zebân tîg-ı fürûzân-güherümdür (Mezâkî/Mermer, 1991: 336) Tîg-ı müjgânını hep gamzelerinden bilürüz
Öyle şemşîr-i kazâ-yı güherinden bilürüz (Mezâkî/Mermer, 1991: 403)
Göreydi cevher-i şemşîrini ger gamze-i dilber
Gamından dahi tîg asmazdı tâk-ı ebruvân üzre (Nef’î/Akkuş, 1993: 61)
O şemşîr-i mücevher ol kemer-bend-i murassa’la
Peyâpey mevcidir gâhî o bahr etdikçe tuğyânı (Nef’î/Akkuş, 1993: 82)
Âferîn ey rûzgârın şehsüvâr-ı safderi
Arşa as şimdengeri tîg-ı süreyyâ-cevheri (Nef’î/Akkuş, 1993: 90) Pâre-i elmâsdır seng-i fesânı n’eyler ol
Çarha çekme bir dahi şemşîr-i vâlâ-gevheri (Nef’î/Akkuş, 1993: 90) Bir avuç gevher saçardı âleme gûyâ kefin
Saldığınca düşmene gâhî murassa’ şeş-peri (Nef’î/Akkuş, 1993: 91)
Cihânı rûşen ede berk-ı tîg-ı pür-güheri
Sipihri gülşen ede aks-ı câm-ı gül-fâmı (Nef’î/Akkuş, 1993: 117)
Gevher-i mazmûn halâs olmaz elimden ger yeri
Cevher-i hançer gibi olsa hisâr-ı âhenîn (Nef’î/Akkuş, 1993: 239)
Ne gamze cevher-i şemşîr-i Zü’l-fikâr-ı âlem
Ki çâk eder eser-i semmi zehre-i cânı (Nâilî/İpekten, 1990: 41)
Padişahların, şairleri desteklemeleri, onların bu hünerlerine cömertçe karşılık vermeleri, şiirlere konu olmuştur:
Zât-ı kerîm ü dest-i güher-bârın isterüz
Kân-ı sehâ vü bahr-i ‘atâyı kim istemez (Mezâkî/Mermer, 1991: 246) Cüst ü cûy-ı kef-i ihsânın olursa göresin
Hâk-i ednâda ne gevherleri pinhân etmiş (Nâilî/İpekten, 1990: 51) Seher ki ebr-i kerem âsümân-ı devletden
Keremler ide açup dest-i gevher-efşânı (Râmî/Hamami, 2001: 138)
Parlaklığı ve rengiyle güneş, çeşitli cevherlere benzetilir. Ayrıca la’l, yakut, akîk gibi taşların, renklerini güneşten alması böyle bir kullanımı ortaya çıkarmıştır:
Feyz-i ‘ışk-ı dil-ber ile işüm altun eyledüm
Cevher-i mihr ü mahabbetle mübâhıdur gönül (Mezâkî/Mermer, 1991: 449) Yine pâmâl edemez cevher-i hûrşîd gibi
Gevher-i nazmımı kat’-ı rağbât-ı cehhâl (Nâilî/İpekten, 1990: 61) Şafak-rûy-ı ‘arûs-ı mihre bir gülgûn tutuk asdı
Kevâkib saçıvirdi bî-nihâyet gevher-i yektâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151)
İman, inanma; tevhîd ise Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmektir. Tasavvufun esası bu kaideler üzerine kuruludur. Amaç Hakk’a yönelmektir. Tevhîd ve imân aşığı, sevgiliye ulaştıracağı için değerlidir ve cevherle birlikte kullanılır:
Beytü’l-esnâmı yıkup eyledi dâr-ı İslâm
Zîb-i tâc-ı şeref itdi güher-i îmânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 194)
Derûnu gevher-i tevhîde mahzen
Zamîri perde-i takdîre mahrem (Nef’î/Akkuş, 1993: 209)
Derûnında fürûg-ı cevher-i îmânı virmişdür
Süveydâ-yı zamîre âb ü tâb-ı lü’lü-i lâlâ (Sâbit/Karacan, 1991: 294)
Değerli taşların genel adı olarak karşımıza çıkan cevher38, Arapça bir isim olup, cem’i cevahirdir39. Farsçada gevher olarak kullanılır40. “Bir şeyin özü, esası; öz, maya, üstünlük, nitelik, yetenek, değerli taş, mücevher, kılıcın üzerindeki meneviş ve halka biçimindeki dalgalar, ebced hesabında dalgalı harf”41 gibi farklı manalara sahiptir. Hz. Peygamber’in ravzasındaki tozlara ve Alevilerde Hacı Bektaş Çelebisi’nin bastığı toprağa da cevher denir42.
Cevherler (saf olanlar haricinde) şu şekilde sınıflandırılır: 1. Alçak tenörlü (tenör, cevherin içindeki kıymetli madde yüzdesi): Verimi az olan, 2. Yüksek tenörlü: Verimli olan, 3. Ham cevher: Ocaktan çıktığı halde 4. som cevher: Muamele görmeden satılabilen veya ergitilmeye gönderilebilen, 5. Elle ayıklanabilen, 6. Konsantrasyon yolu ile zenginleştirilmeye lüzum gösteren cevher, 7. Konsantre cevher: Meselâ manyetik yolla veya flotasyonla (Yağla kaplı cevheri çalkalama ile gangdan ayırıp yüzdürme işlemi. Cevher içindeki kıymetsiz kısım gang diye adlandırılır) tenörü yükseltilmiş cevher, 8. Ergitilecek cevher: Metalin, cevherden ergitilme yoluyla çıkarılması gereken cevher. Rehber Ansiklopedisi, “Cevher”, C.3, Türkiye Gazetesi Yay., İstanbul, s. 217-218.
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi, Ankara, 2006, s. 137. Devellioğlu, age, s. 287.
Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, “Cevher”, C. 5, Milliyet Gazetesi Yay., İstanbul, 1986, s. 2290. Hacı Bektaş Çelebisi’nin bastığı toprak çeşitli hastalıklara şifa olması niyetiyle içilirmiş. Bk. Ahmet Talat Onay, Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü, (Hzl. Cemal Kurnaz), Birleşik Yay., Ankara, 2007, s. 86.
Değişikliğe uğrayan cevher araz adını alır. Cevher kalıcı; araz geçicidir. Cevher tek, araz ise çeşitlidir. Bu yüzden tasavvufta Allah, cevher olarak geçer. O’nun varlığından
başka her şey geçicidir, arazdır. Örneğin taş ve toprak oluşumunda kendisinden başka bir cisme ihtiyaç duymaz. Bunlar başlı başına bir cevherdir. Ancak taşın, toprağın rengi var olmak için başka bir cevhere muhtaçtır. Dolayısıyla arazdır. Kırmızı taş dendiğinde taşın kendisi cevher, rengi ise araz olur43:
Bulmuş âmîziş zemîn ile zaman ol gûne kim
Çeşm-i gerdûn farkdan kaldı ‘arazla cevheri (Nâbî/Diriöz, 1994: 551)
Bî-‘araz bir cevher-i safîdir amma muttasıl
Ehl-i tab’ın zîver-i tîğ u sinânıdır sözüm (Nef’î/Akkuş, 1993: 45)
Cevher-i zâtınla kaim bir ‘arazdır lâmekân
Mümtenî’dir hayyiz-i ilm-i Alîm olmak bana (Fehîm/Üzgör, 1991: 310) Mahz-ı cevherdür kelâmum anlama anı ‘araz
Âb-ı kevserden içe gör kalmasın sende maraz (Sun’ullah-ı Gaybî/Kemikli, 2000: 359)
“İslam Ortaçağ’ında değerli taşlar yanında madenler ve minareleri ifade etmek için kullanılan”44 cevher, felsefeye ve tasavvufa konu olmuş, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır. Ünlü filozof Aristo cevheri “mantık” ve “metafizik” boyutlarında ele alır. Varlığı “duyulur maddî cevherler ve duyular üstü mânevî cevherler” şeklinde sınıflandırır. Gazalî cevheri cisim, madde, suret, nefis ve akıl olmak üzere beş gruba ayırır. Kındî cevherin zaman ve mekan kavramlarına bağlı kalması ve çeşitli türlere ayrılması sebebiyle Tanrı olarak yorumlanamayacağını vurgularken “Cevheriyyûn”45 dan olan Farabî ise cevheri Tanrı olarak tanımlamaktadır.
“Allah cevheri ve zatıyla ezelî olandır ve ezelî oluşunda başka bir varlığa muhtaç değildir. O’nun cevheri varlığının devamı ve bekası için yeterlidir. Onun cevherinde bölünme yoktur. Kendine mahsus bir cevheri olması bakımından da tektir. Ayrıca Allah cevheri itibariyle bil-fiil akıldır.. .”46.
İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yay., İstanbul, 2007, s. 89; Agah Sırrı Levend, Divan Edebiyatı Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar, Enderun, İstanbul, 1980, s. 86-87.
İlhan Kutluer, “Cevher”, TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 7, İstanbul, 1993, s. 450-454.
Cevheriyyûn, “Allah’a bir cevher nazarıyla bakan mu’tezile fırkası”dır (Develioğlu, 2006: 138). Kutluer, a.g.an.m., C. 7, s. 450-454.
Tasavvufî bağlamda da ele alabileceğimiz cevheri tasavvuf ilmi “heyûla, sûret, cisim, nefis, akıl” olmak üzere beşe ayırır. Çünkü cevher, mücerred olan ve olmayan şeklinde sınıflandırılır. Cevâhirü’l-enbâ (haberlerin cevherleri), Cevâhirü’l-ulum (ilimlerin cevherleri), Cevâhirü avârifi’l-meârif (marifetlerin cevherleri) birer hakikat ilimleridir. İlimden daha kıymetli ve daha üstün bir şey olmadığı için hakikat ilimleri, ilimlerin cevheridir47. Kâşânî, cevheri şu şekilde tanımlar:
“Cevher ilk kullanımı itibariyle, bir şeyin duyuya güçlü bir şekilde gözüktüğünde denilen cehere (şey ortaya çıktı) kelimesinden türetilmiştir. Cehr denilen hastalık da buradan gelir. Cehr gündüzün aydınlığında hiçbir şey görmeyecek şekilde gözün ışığının kaybolması demektir. Arazın taşıyıcısına da cevher denilmiştir. Bunun nedeni onun taşıdığı şeyden üstün ve arazın varlığının kendisine bağlı olmasıdır”48.
Edebiyatımızda pek çok şair ilimin önemine değinir. İlim bir cevher, âleme saçılmış incidir:
Der-i ‘ilminde müsta’mel-suhan mâhiyyet-i ‘âlem
Reh-i fazlında pâşîde-güher hâsiyyet-i eşyâ (Nâbî/Diriöz, 1994: 479)
Bahrinün katresidür kimde ki var cevher-i ‘ilm
Mihrinün zerresidür kim de var nûr-ı reşâd (Nâbî/Diriöz, 1994: 503)
Nâbî, dîvânında Muhiddin İbni Arabî’ye bir medhiyye yazar. Ona göre ilim öncüsü olan Arabî’nin söylediği sözler, Allah’ın, Hz. Muhammed’in ve Hızır’ın sözleridir. Arabî, ezelî ilmin yansıtıcısıdır ve onun Fütûhât-ı Mekkiye ve Füsûsü’l-Hikem adlı eserleri Kur’an âyetlerinin içidir. Bu kitaplar irfân denizinin incileridir49:
Bâtın-ı âyât-ı Kur’ân’dur Fütûhât u Fusûs
Gevher-i deryâ-yı ‘irfândur Fütûhât u Fusûs (Nâbî/Diriöz, 1994: 299)
Abdürrezzak Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü, İz Yay., İstanbul, 2004, s. 194. Kâşânî, age, s. 194.
Meserret Diriöz, Nâbî Dîvânı, Fey Vakfı, İstanbul, 1994, 295-300.
Cevher-i ahzar’ın çıktığı yer Ketm-i Adem’dir. Kenz-i Mahfî, Alem-i Kitmân da denir (Pala, 2007: 268). Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yay., İstanbul, 2005, s. 127; Pala, age, s. 90.
Cevher-i evvel (ilk cevher) tamlaması Allah’ın nurundan olan ve diğer şeylerin ondan ortaya çıktığı ilk nesnedir. Böylece cevher-i evvel bu anlamıyla Hz. Muhammed’e işaret eder. Hakikat-ı Muhammediye, Nûr-ı Muhammedî, nûr-ı izâfî, cevher-i ahzar50, cevher-i ebyâz, akl-ı küll, cevher-i evvel yerine kullanılır51:
Bir vücûdun bâtınıdur cevher-i evvel dinen
Seyr ider ‘arazını ol nitekim seyr-i nevâ (Sun’ullah-ı Gaybî/Kemikli, 2000: 242)
Cevher-i ebyâz, beyaz cevher anlamındadır. Cevher-i evvelden yaratılan cevherdir. Bu cevher Allah’ın tecellîsiyle ikiye ayrılmış, ilki eriyerek su olmuş, ikincisi on parçaya bölünmüştür. Bunlar da Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Ay, Yıldız, Melekler, Hurîler
ve Güneştir52.
Cevher-i yegâne manasında da kullanılan cevher-i ferd ise, Arapça tek cevher demektir. Bölümlere ayrılmaz. Çoğu zaman asıl manasına iham yoluyla kullanılır. Agah Sırrı Levend cevher-i ferdi Samî’nin bir beyitiyle açıklar ve âlemdeki bütün varlıkların Hz. Muhammed’in cevher-i ferd-i vücudundan meydana geldiğini, bu varlıkların, O’nun cevher-i vücuduna nazaran birer araz olduğunu belirtir53:
Zuhur-ı cevher-i ferd-i vücududur bizzat
Bedâyi-i araz-ı mümkinattan maksûd (Samî/Onay, 2007: 86-87)
Ayrıca sevgili, onun dudağı, kelâm da “cevher-i ferd”dir: Cevher-i ferd-i kelâmı gûş-vâr-ı iftihâr
Reşha-i kilk-i beyânı dürr-i nâb-ı rûzgâr (Sâbit/Karacan, 1991: 222) Ey Mezâkî n’ola reşk eylerse erbâb-ı hayâl
Cevher-i ferd-i dehân-ı yârdur endîşemüz (Mezâkî/Mermer 1991: 412) Nısf -ı kutr üzre komış tâkına nûrânı bütün
Cevher-i ferd-i dehenden merkez-i nâ-yâb ana (Nehcî/Koç, 2003: 114)
Tasavvufta çok tesbih eden cevher (cevher-i subbûhî) insanın melekûtî ruhunu temsil eder. Felekler, rûh, ateş, cevher-i ulvî; Nefes-i Rahmânî cevher-i vücud’dur54.
Cebecioğlu, age, s. 127.
Cebecioğlu, age, s. 127; Levend, age, s. 86-87; Pala, age, s. 89. Cebecioğlu, age. s. 128.
Klasik Türk Edebiyatı’nda cevher kelimesi, güher, gevher, cevâhir, mücevher olarak da geçer. Değerli oluşuyla sevgilinin güzellik unsurlarına teşbih edilir. Akîk, la’l, yakut, inci, zümrüt, meşhur cevherlerdir. Bu nedenle renkleri, şekilleri ve önem arz etmeleriyle sevgilinin ağzı, dudağı, dişleri, teri, ziyneti, aşığın gözyaşı ve kanlı gözü birer cevherdir55:
Giryân isek ey dil n’ola cânâne bizümdür
Bahr-i gamuz ol gevher-i yek-dâne bizümdür (Nâbî/Diriöz, 1994: 563) Dehânı dürc-i gevher-dâne-i esrâr-ı kuddûsî
Zebânı tûtî-i mu’ciz-beyân-ı râz-ı evhayna (Sâbit/Karacan, 1991: 153) Âşinâlık etmez ol dendânı dürr hergiz bana
Sen gerekse eşk-i çeşmin şimdi bahr-ı gevher et (Remzî/Güven, 2005: 43) Hergiz ey dişleri dürr la’li güher âlemde
Gözümüz yaşına öykünmeye ummân umarız (Remzî/Güven, 2005: 117) Seyr-i dendânını ey la’li güher eylemişim
Eylemem bahr-ı cihânda dürr-i şeh-vâra heves (Remzî/Güven, 2005: 125) Gubâr-ı pâye ey serv-i hevâ-bahşım sehâb-âsâ
Gözümden gevher-i eşki nisâr etmek bana mahsûs (Remzî/Güven, 2005: 149) Görüpdür galibâ dîdâr-ı yârı çeşm-i gevher-pâş
Ki her sûya revân eyler su gibi ey gönül ol yaş (Remzî/Güven, 2005: 303) Tîg-ı müjgânına bak gamzelerin seyr eyle
Güher-i nâzdur ol cevher-i şemşîr degül (Mezâkî/Mermer, 1991: 455) Söze gelse leb-i gevher-feşânı
Virür câna hayât-ı câvidânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 270) ‘Adûya hande-i dendân-nümâ-yı nâz itme
O dürc-i gevheri her nâ-be-kâra gösterme (Mezâkî/Mermer, 1991: 527) Biz ganîmet bilürüz pây-ı hayâl-i yâri
Güher-i eşkini bu dîde-i pür-nem ne tutar (Mezâkî/Mermer, 1991: 322) İm’ân-ı nazarla dehenin eyle temâşâ
Dürc-i güher ü hokka-i lü’lü’-i teri gör (Mezâkî/Mermer, 1991: 347) Güzâr itdükçe dilden vakt-i rû-mâl-i kef ü pâyı
Güher-rîz-i sirişk-i çeşm-i giryân oldugum yirdür (Mezâkî/Mermer, 1991: 353) Gördükçe lebin dîde döker hâke sirişkin
Pala, age, s. 90.
Her katresi pür-gevher-i nâ-yâb da olsa (Nâilî/İpekten, 1990: 288)
Merdüm-i çeşmüm ider şâh-ı hayâlün i’zâz
Her gülüşde güher-i eşkin ider pây-endâz (Râmî/Hamami, 2001: 420)
Agız açma lebün emmek umana
Gevher-i la’lüni nâ-yâb eyle (Yahyâ/Ertem, 1995: 212)
Hat degül ruhsârda tasvîr-i bend-i âb u gül
Cevherün âyînede nakş u nigârın gösterür (Sükkerî/Erol, 1994: 173)
Görünmez hayli demdür gevher-i peykân-ı gam dilde
O murg-i nâme-ber mülk-i dile âyâ neden gelmez (Sükkerî/Erol, 1994: 186)
Atarsın gevher-i peykân-ı tîr-i gamze-i nâzı
Karâr ider gönülde yer ider memnûn olur çıkmaz (Sükkerî/Erol, 1994: 187) Mühre-i dendân-ı gevherdür diyü ol âfete
Zîb-i mengûş-ı binâ-gûş itmek ister gönlümüz (Sükkerî/Erol, 1994: 191) Fitne nigâhında mevc ursa ‘aceb mi kazâ
Gamzesini cevher-i hançer-i nâz eylemiş (Fehîm/Üzgör, 1991: 492)
Ey gamzeleri cevher-i şemşîr-i tegafül
Dünyâyı helâk eyledi te’sîr-i tegafül (Fehîm/Üzgör, 1991: 560)
Gözün güzelliğini ortaya çıkaran sürme (kuhl), cevherle ilişkilendirilir. Çünkü ezilip çeşitli macunlarla göze çekilen sürmenin, gözün görme yetisini kuvvetlendirdiğine inanılır:
Ter-dîde-i ehl-i nazara kuhl-ı cevâhir
Çeşm-i tama’-ı câhil-i hod-bîne gubâr ol (Mezâkî/Mermer, 1991: 465) Kilk-i siyâh-ı mâşitakâr elde Nâ’ilî
Kuhl-ı cevâhir-i suhene mîldânlanır (Nâilî/İpekten, 1990: 174)
Ben o deryâ-yı musaffâ-güherem kim hurşîd
Kuhl eder dîdesine sûde-i hâşâkümden (Fehîm/Üzgör, 1991: 616)
Hâk-i pâyidür anun kuhl-i cevâhir kim felek
Eylemiş mâh-ı nevi ana murassa’ sürme-dân (Râmî/Hamami, 2001: 106)
Âşıklar, bir hazine olan gönüllerinde aşk cevherini saklarlar: Nâhun-ı sîne-hırâş u ârzû-yı vasl imiş
Tîşe-i kân-ı mahabbet gevher-i nâ-yâb-ı ‘ışk (Mezâkî/Mermer, 1991: 434)
Gencîne-i sînemde bulup gevher-i ‘ışkı
Ol tuhfeyi bir dil-ber-i meh-rûya getürdüm (Mezâkî/Mermer, 1991: 467) Maksûd eger cevher-i aşk ise mücerred
Yâ fark-ı mecâzî vü hakîkî ne revâdır (Nef’î/Akkuş, 1993: 158)
Sînemiz mahzen edip cevher-i râz-ı aşka
Şâhid-i hüsnüne bir âyine-i pak oluruz (Nâilî/İpekten, 1990: 216)
Can gibi eder gevher-i aşkın yine pinhân
Sad pare de olsa sadef-i sîne-i âşık (Nâilî/İpekten, 1990: 240)
Sîne bir vîrânedür genc-i nihânîdür gönül
Gevher-i aşk isteyen bilsün ki kânîdür gönül (Yahyâ/Ertem, 1995: 137) Ya ka’r-nişîn-i yem-i derd ol ya şikeste
Ya dürc-i dilün gevher-i ‘aşka sadef itme (Fehîm/Üzgör, 1991: 654)
Gönül, aşk cevheriyle dolu bir sadeftir:
Gönül bir gevher-i genc-i mezâyâ-yı mahabbetdür
Ne çâre rû-keş-i hicrân ile pûşîdeyüz cânâ (Mezâkî/Mermer, 1991: 292)
Cân gibi sanduk-ı sînemde n’ola hıfz eylesem
Hokka-i pür-gevher-i râz-ı nihânıdur gönül (Mezâkî/Mermer, 1991: 450) Dilim endîşe-i medhinle bir deryâ-yı pür-gevher
Ana tîg-ı zebânım sanki bir mevc-i mücevherdir (Nef’î/Akkuş, 1993: 110) Dili gencîne-i pür-gevher-i esrâr-ı kudsîdür
N’ola keşşâf-ı remz-i hikmet olsa lafz-ı güftârı1(Râmî/Hamami, 2001: 53) Bahr-i ma’ârifdi ol zât-ı fezâ’il-penâh
Kalbi misâl-i sadef olmış idi pür-güher (Râmî/Hamami, 2001: 281) Delme bagrın bir bulunmaz gevher-i nâ-yâbdur
İtme bilmezlikle şâhum kalb-i Yahyâ’yı şikest (Yahyâ/Ertem, 1995: 39)
Ayrılık acısı çeken âşık, sevgiliye kavuşmanın özlemindedir. Fakat beklenen kavuşma, bir cevheri elde etmek gibi zordur. Bu nedenle vuslat, cevhere teşbih edilir:
Mezâkî gevher-i va’d-i nihân-ı vuslat-ı sâkî
Derûn-ı hokka-i dilde dür-i meknûn olur çıkmaz (Mezâkî/Mermer, 1991: 402)
Kıymet-şinâs-ı gevher-i yek-tâ-yı vuslatuz
Ser-germ-i sarf-ı nakd-i dü-‘âlem degül miyüz (Mezâkî/Mermer, 1991: 411)
Eşya olarak cevherlerle süslenmiş aynalar, taçlar, tahtlar, silahlar, kaftanlar şiire konu olur:
Mücevher tâc-ı devlet kimseye sûd etmez ey Nâbî
Nice şâh-ı cihânun çeşmi ol efserde kalmışdur (Nâbî/Diriöz, 1994: 222)
Zemâne giydi nârenci kabâ-yı zer-nigâr üzre
Cevâhir dügmelerle bir çiçekli anberîn hârâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151) Mücevher âyinedür hançer-i şerer-bârun
Cemâl-i feth ü zafer gösterür çü nakş-ı murâd (Sâbit/Karacan, 1991: 181)
Musanna’ kurnalar leb-rîzdür mânend-i Câm-ı Cem
Murassa’ tâslar pür-feyzdür çün sâgar ü sahbâ (Sâbit/Karacan, 1991: 293)
Hançer-i tîz-i murassa’ kabzasın yâd itmesün
Cân evi Sancar firengün çâr-ı bed-gevher gibi (Sâbit/Karacan, 1991: 296)
Nûr-ı mihr-i subh ü müşg-i şâmdan hâzırladı
‘Arş bir tâc-ı murassa’ ferş taht-ı âbnûs (Sâbit/Karacan, 1991: 319)
Vücûd-ı ‘âlem-ârâ-yı hümâyûniyle fahr itsün
Mücevher taht-ı Cemşîdî murassa’ tâc-ı Dârâyî (Sâbit/Karacan, 1991: 320)
Mücevher âyine-i höş-nümâya kondı gubâr
Sehâb kabladı ya âfitâb-ı rahşânı (Sâbit/Karacan, 1991: 343)
Ol şehsüvâr-ı fitne önünce çeker şükûh
Zerrîne-raht rahş-ı mücevher ‘inân-ı baht (Sâbit/Karacan, 1991: 365) Bu gazel matlaü’l-işrâkı senâ-küsteridür
Nûra gark itse n’ola hâme-i gevher-bârı (Mezâkî/Mermer, 1991: 241) Cânâ nüvid-i vuslatunı gûş ider miyüz
Gûş-ı dile o gevheri mengûş ider miyüz (Mezâkî/Mermer, 1991: 378) Sünbül-i pür-şeb-nem-i bâg-ı cinâna benzedür
Ey Mezâki elde kilk-i gevher-efsânun gören (Mezâkî/Mermer, 1991: 487)
Sanırım kendimi bir hâce-i sâhib-cevher
Aldığımca elime kilk-i güher-efşânı (Nef’î/Akkuş, 1993: 54)
Çok zamandır görmedik ol bâde-i rengini kim
Gevher-i tâc-ı ser-i Cemşîddir her katresi (Nâilî/İpekten, 1990: 318)
Kise zerden n’ola bir tâc-ı mücevher hörşîd
Oldı zira felek-i râbi’a kayser hörşîd (Râmî/Hamami, 2001: 69)
Ma’na ve cevher sık sık bir arada kullanılır. Şairler, kendilerini ve şiirlerini, içi mana cevherleriyle dolu bir hazine olarak tanımlar:
Benim ol genc-i der-nâ-beste-i pür-gevher-i ma’nâ
Ki yokdur hâbdan mergûb çeşm-i pâsibânumda (Nâbî/Diriöz, 1994: 253)
Genc-i pür-gevherüm ki güftârum
Güher-i imtihân-ı ma’nâdur (Mezâkî/Mermer, 1991: 250) Olsa pür-gevher-i esrâr-ı ma’ânî âlem
Sen yine anı dil-i Nef’î-i şeydâya değiş (Nef’î/Akkuş, 1993: 310) Cevher-i ma’nâyı gör âyîne-i tahkîkde
Kim o cevher vâkıf-ı râz-ı nüşûr eyler seni (Nâilî/İpekten, 1990: 152) Sensin ol mu’ciz-beyân kim nutk-i pâkün dâ’imâ
Cevher-i ma’nâyı eyler dest-i hikmetle ‘acine (Râmî/Hamami, 2001: 159) Bu zâhir gözini örtüp bana tut cânıla gönlün
Ki her bir sözün içinde tuyasın cevher-i ma’nâ (Niyâzî-i Mısrî/Erdoğan, 1998: 6)
Yine şairler, şiirlerinin, cevher gibi değerli, gösterişli ve süslü olduğunu vurgular: Dest-i gevher-bârını nazm itse bir şâ’ir eger
Haşre-dek ceyb-i hayâlinden dükenmez cevheri (Sâbit/Karacan, 1991: 194) Sâbitâ bu gevher-i nâ-süfte-i nazmun felek
Zîver-i gûş-ı hilâl-i çarh-ı bî-bünyâd ider (Sâbit/Karacan, 1991: 251) Benüm ol vâsıl-ı iksîr-i ‘uzmâ-yı suhen-dânî
Ki ednâ cevher-i nazmum bahâ-yı kân ü deryâdur (Sâbit/Karacan, 1991: 282) Benüm ol hâce-i gevher-şinâs-ı çâr-sûy-ı dil
Ki dürr-i silk-i nazmum gayret-i ‘ıkd-ı Süreyyâdur (Sâbit/Karacan, 1991: 283)
Dilersen dâsitân olmaya nazmıyla bu Remzîveş
Cihânda gevher-i eş’âra kân ol ey dil-i şeydâ (Remzî/Güven, 2005: 21)
Aceb mi gevher-i nazmı vücûda
Getirsem Remzî oldum kân-ı güher (Remzî/Güven, 2005: 108) Besdürür ey âşinâ nazmımla elfâzım bana
Lücce-i deryâdan etmem dürr ü gevher iltimâs (Remzî/Güven, 2005: 122) Ne sözler kim dehân-ı yâr-ı cân-ârâmdan çıkmış
Gevâhirdir sanasın dürc-i la’l-endâmdan çıkmış (Remzî/Güven, 2005: 140) Remzî kadrin kâmil-i sarrâf u dânâ-dil bilir
Cevher-i eş’ârın etme câhil-i nâ-dâna arz (Remzî/Güven, 2005: 157) Ümîdim budur ey hâce kesata düşmiye hergiz
Bula bâzâr-ı âlem içre kıymet cevher-i elfâz (Remzî/Güven, 2005: 167) Kanı benüm gibi şimdi güher-fürûş-ı kelâm
Ki her sözi ola bir gevher-i Bedahşânî (Mezâkî/Mermer, 1991: 261) Kim bahâ-yı le’âl-i güftârı
Kıymet-i gevher-i Bedahşânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 267) Mezâkî şi’r-i terüm kîmiyâ-yı ‘irfândur
Cihânı cevher-i nazmumla kâm-yâb iderin (Mezâkî/Mermer, 1991: 505) Gevher-i güftârına nisbet nedür
Kıymet-i dürr-i ‘Aden-i rûzgâr (Mezâkî/Mermer, 1991: 273) Ne nâme rişte-i nazma benân-ı dest-i ragbetle
Dür ü gevher dizilmiş bir ‘aceb silk-i güher geldi (Mezâkî/Mermer, 1991: 275) Mezâkî’nün bu gün seyr eyledük şi’r-i dil-ârâsın
O sâhib-genc-i nazmun gevher-i gencînesin gördük (Mezâkî/Mermer, 1991: 440) Felek har-mühre-i güftâr-ı a’dâya kulak tutmaz
Mezâki gevher-i nazmun gibi dür-dâneden sonra (Mezâkî/Mermer, 1991: 518) Nice nâme güher-ârâ-yı mezâyâ-yı kelâm
Kim olur ehl-i dile lâzım u belki elzem (Mezâkî/Mermer, 1991: 229)
Ehl olan kadrin bilir ben cevherim medh eylemem
Âlemin sermâye-i deryâ vü kânıdır sözüm (Nef’î/Akkuş, 1993: 45)
Bir benim gibi cigerdâr ehl-i tab’ olmaz dahi
Cevher-i tîg-ı kazâ-yı nâgehânîdir sözüm (Nef’î/Akkuş, 1993: 45)
Böyle cevher var elimde neyleyim dünyâyı ben
Başına çalsın felek âyîne-i İskender’i (Nef’î/Akkuş, 1993: 94)
Sözümün her biri bir gevher-i zî-kıymetdir
Ki bahâsın çekemez keffe-i mîzân-ı felek (Nef’î/Akkuş, 1993: 126)
Kerem değil bu kerâmetdir eylese ne acep
Kelâmımı dür iken gevher-i Bedahşânı (Nef’î/Akkuş, 1993: 148)
Zebânım bir mücevher tîg-ı bürrândır ki hemvâre
Hırâş eyler hayâli sînelerde zahm-ı nârûrı (Nef’î/Akkuş, 1993: 163)
Ey Nâ’ilî pesend ki gelmek muhaldir
Nazmın gibi cevâhir-i nâ-yâb bir yere (Nâilî/İpekten, 1990: 303)
Böylesine güzel şiirler ortaya koyan şairler, zihin dünyalarını, fikirlerini denize, cevhere, içi cevher dolu bir hazineye benzetir:
Birisi gevher-i endîşeme hem-seng olmaz
Yokladum hep güher-i tab’-ı sühan-sencânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 197) Hayâli dîdede fikri gönülde ol perî-zâdun
Sadef bir yirde vü ol gevher-i yek-dâne bir yirde (Mezâkî/Mermer, 1991: 527)
O bahr-ı mevc-zen-i pür-güherdir endîşem
Ki sâhilinde yatar deste deste dürr-i nazîm (Nef’î/Akkuş, 1993: 157)
Yine geldi hurûşa bahr-ı gevher-pâş-ı endîşem
Değildir bu kasîde bir dizi lü’lü-yı lâlâdır (Nef’î/Akkuş, 1993: 206)
Kâbiliyet insanın sahip olduğu bir cevherdir:
Çekdim güher-i ma’rifetim silk-i beyâna
Ol pâygehe lâyık-ı ihdâ mı değildir (Nâilî/İpekten, 1990: 73)
Hûrşîdi eylemiş sadef-i nüh-sipihre dâğ
Tâbende eyleyen güher-i kâbiliyetin (Nâilî/İpekten, 1990: 116) Şahsın isti’dâdı lutf-ı peykerinden bellidir
Kîmyâ-yı kâbiliyet cevherinden bellidir (Nâilî/İpekten, 1990: 186)
Mihr-veş olmasa kân-ı güher-i isti’dâd
Mübtelâ olmazidi sıne-i efgâra sadef (Nâilî/İpekten, 1990: 237)
Cevherin bir anlamı da, bir şeyin ya da bir varlığın özü, esası demektir:
Cevher-i âyîne-i sırr-ı dü-‘âlemdür şarâb
Âfitâb-ı feyz-bahş-ı cân-ı âdemdür şarâb (Fehîm/Üzgör, 1991: 322) Bir ‘ârâzdur kim ‘ademden cevheri mânend-i cism
Bü’l-‘aceb hikmet ki mevcûd-ı mü’ebbeddür gönül (Fehîm/Üzgör, 1991: 562)
Sözlerüm cevher-i mazmûn u hayâl oldı Fehîm
Neyleyem ben hazef-i tevriye vü tecnîsi (Fehîm/Üzgör, 1991: 678)
Bü’l-‘aceb tiynet-i kudsî-güher-i ‘irfânum
Sûret-i cevher-i cân mâye-i tahmîrümdür (Sâbit/Karacan, 1991: 246) Sâbit kalem ile hünerün kânını buldum
Bir cevheri çok mâyeli gencîneye düşdüm (Sâbit/Karacan, 1991: 476) Cevher-i cân ile yeksân ise de kıymetde
Narh-ı la’l-i leb-i yâri yine erzân buluruz (Mezâkî/Mermer, 1991: 399)
Felek tab’ ım gibi gevher getirmez her zaman dehre
Nice yılda eder hâsıl sadef bir dürr-i yektâyı (Nef’î/Akkuş, 1993: 136)
Nice gevher ki temâşâsına mahsûs olsa
Cevher-i cân gibi takdîr-i behâ ola muhâl (Nâilî/İpekten, 1990: 61) Hâsılı cevher-i zâtında var ol isti’dâd
K’ola bî-şâ ibe bir emr-i celîle ta’yîn (Nâilî/İpekten, 1990: 74) Muhassal cevher-i iksîr-i cândır tıynet-i pâki
Vücûdu kîmyâ-yı kâbiliyyetle muhammerdir (Nâilî/İpekten, 1990: 105) Ferzend-i nâ-halef ki peder-iftihâr olur
Zâtında cevher olmasa bî-i’tibâr olur (Nâilî/İpekten, 1990: 186) Dârû-yı hayât-ı dil olan zahmını âşık
Saklar güher-i canı gibi merheme vermez (Nâilî/İpekten, 1990: 228) Nâ’ilînin tab’-ı pâkinden ne gevherler çıkar
Ol hüner gencînesin ol ma’rifet kânın görün (Nâilî/İpekten, 1990: 245)
Hançer, kılıç, ok gibi savaş aletleri kimi zaman gerçek anlamıyla, kimi zaman mecaz yoluyla sevgiliye ve padişahlara ait bir unsur olarak kullanılır:
Mû’tedil olsa havâlar hurde hurde mevc ile
Benzemez mi kıl nazar bir tîg-i cevher-dâra su (Remzî/Güven, 2005: 257) Çeşm-i siyehi zâlim-i mazlûm-nümâdur
Lutf-ı nigehi cevher-i şemşîr-i cefâdur (Mezâkî/Mermer, 1991: 220)
Ol saf-der-i meydân-ı hayâlüm ki Mezâkî
Şemşîr-i zebân tîg-ı fürûzân-güherümdür (Mezâkî/Mermer, 1991: 336) Tîg-ı müjgânını hep gamzelerinden bilürüz
Öyle şemşîr-i kazâ-yı güherinden bilürüz (Mezâkî/Mermer, 1991: 403)
Göreydi cevher-i şemşîrini ger gamze-i dilber
Gamından dahi tîg asmazdı tâk-ı ebruvân üzre (Nef’î/Akkuş, 1993: 61)
O şemşîr-i mücevher ol kemer-bend-i murassa’la
Peyâpey mevcidir gâhî o bahr etdikçe tuğyânı (Nef’î/Akkuş, 1993: 82)
Âferîn ey rûzgârın şehsüvâr-ı safderi
Arşa as şimdengeri tîg-ı süreyyâ-cevheri (Nef’î/Akkuş, 1993: 90) Pâre-i elmâsdır seng-i fesânı n’eyler ol
Çarha çekme bir dahi şemşîr-i vâlâ-gevheri (Nef’î/Akkuş, 1993: 90) Bir avuç gevher saçardı âleme gûyâ kefin
Saldığınca düşmene gâhî murassa’ şeş-peri (Nef’î/Akkuş, 1993: 91)
Cihânı rûşen ede berk-ı tîg-ı pür-güheri
Sipihri gülşen ede aks-ı câm-ı gül-fâmı (Nef’î/Akkuş, 1993: 117)
Gevher-i mazmûn halâs olmaz elimden ger yeri
Cevher-i hançer gibi olsa hisâr-ı âhenîn (Nef’î/Akkuş, 1993: 239)
Ne gamze cevher-i şemşîr-i Zü’l-fikâr-ı âlem
Ki çâk eder eser-i semmi zehre-i cânı (Nâilî/İpekten, 1990: 41)
Padişahların, şairleri desteklemeleri, onların bu hünerlerine cömertçe karşılık vermeleri, şiirlere konu olmuştur:
Zât-ı kerîm ü dest-i güher-bârın isterüz
Kân-ı sehâ vü bahr-i ‘atâyı kim istemez (Mezâkî/Mermer, 1991: 246) Cüst ü cûy-ı kef-i ihsânın olursa göresin
Hâk-i ednâda ne gevherleri pinhân etmiş (Nâilî/İpekten, 1990: 51) Seher ki ebr-i kerem âsümân-ı devletden
Keremler ide açup dest-i gevher-efşânı (Râmî/Hamami, 2001: 138)
Parlaklığı ve rengiyle güneş, çeşitli cevherlere benzetilir. Ayrıca la’l, yakut, akîk gibi taşların, renklerini güneşten alması böyle bir kullanımı ortaya çıkarmıştır:
Feyz-i ‘ışk-ı dil-ber ile işüm altun eyledüm
Cevher-i mihr ü mahabbetle mübâhıdur gönül (Mezâkî/Mermer, 1991: 449) Yine pâmâl edemez cevher-i hûrşîd gibi
Gevher-i nazmımı kat’-ı rağbât-ı cehhâl (Nâilî/İpekten, 1990: 61) Şafak-rûy-ı ‘arûs-ı mihre bir gülgûn tutuk asdı
Kevâkib saçıvirdi bî-nihâyet gevher-i yektâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151)
İman, inanma; tevhîd ise Allah’ın varlığını ve birliğini kabul etmektir. Tasavvufun esası bu kaideler üzerine kuruludur. Amaç Hakk’a yönelmektir. Tevhîd ve imân aşığı, sevgiliye ulaştıracağı için değerlidir ve cevherle birlikte kullanılır:
Beytü’l-esnâmı yıkup eyledi dâr-ı İslâm
Zîb-i tâc-ı şeref itdi güher-i îmânı (Mezâkî/Mermer, 1991: 194)
Derûnu gevher-i tevhîde mahzen
Zamîri perde-i takdîre mahrem (Nef’î/Akkuş, 1993: 209)
Derûnında fürûg-ı cevher-i îmânı virmişdür
Süveydâ-yı zamîre âb ü tâb-ı lü’lü-i lâlâ (Sâbit/Karacan, 1991: 294)