Takının tarihi günümüzden 30 bin yıl kadar önce Üst Paleolitik Çağ’da başlar. Ancak gerçek anlamda mücevhercilik, değerli madenlerin ince bir çalışma ile işlenebilmesini, değerli süs taşlarının şekillendirilip parlatılmasını, montörle çerçevelenmesini veya diziler yapmak için delinmesini gerektirir. Bir dizi uzmanlık çalışmasını gerektiren bu teknolojik gelişmeye Mezopotamya’da, Mısır’da ve Anadolu’da M.Ö. 4. binyıl sonlarında ulaşılmıştır (Türe, 2000, s.26).
İnsanoğlunun kullandığı ilk mücevher taş devrinde erkeğin hayvan derisinden bir kaytana geçirilen renkli bir deniz kabuğuydu. Aradan çağlar gelip geçtikçe, insanoğlu yeni madenler buldukça, bunları duygusal bir takım güdülerle işleyip taktığı çeşitli süs eşyaları yapmaya devam etti. Bu nedenle, mücevherin insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi vardır.
Gerek dinsel nedenlerin, gerekse beğendirme çabasının bir sonucu olarak insanın ilgisini sürekli çeken takıların ilk örnekleri taş, kemik, deniz kabukluları ve fildişinden yapılırken, maden işçiliğinin başlamasıyla bunların yanı sıra tunç, gümüş, elektrum ve özellikle altın takılara yoğunluk kazanmıştır. Önceleri din, tılsım, büyü, uğur gibi kavramların etkisi ile başlayan takı takma, dönem dönem bu anlamlarının yanı sıra, ölü hediyesi, tanrılara sunu, imtiyaz göstergesi, zenginlik ifadesi, hediye ve nihayet güzel görünmek gibi amaçları da kapsamaktadır.
Mücevherler tarih öncesi çağlardan, tarih çağlarına ve günümüze kadar uzanan, tarihi, arkeolojiyi, doğuyu, batıyı, bütün dinleri ve inançları da içine alan çok geniş ve kapsamlı bir sanat ve zenginlik örneğidir.
Tunç Çağı başlarından itibaren altın, gücün ve servetin simgesi olmuş; oksitlenmeyen, parlak sarı rengini hiçbir doğal koşulda kaybetmeyen ve kolayca işlenebilen bu soy metal mücevher tarihi ile özdeşleşmiştir (Türe, 2000, s.11).
İlk uygarlıklar, bilindiği gibi, bereketli nehirlerin vadilerinde doğmuştur: Sümerliler, Dicle ve Fırat, Mısırlılar, Nil, Truva Şehri, Simav Çayı, Hint Uygarlığı ise İndus nehri boylarında gelişip büyümüşlerdir.
Dünyada üretilen ilk altın madenlerinin Batı Asya’da, M.Ö. 4000 yıllarında gelişen Sümer Uygarlığı çağında bulunduğu sanılmaktadır. Daha sonra eski Mısırlılar, Asurlular, Araplar da altın madenlerini işletmişlerdir. Eski Yunan’da, Büyük İskender döneminde, İran’da, Ön Asya’da kurulan uygarlıklarda ve Roma imparatorluğunda da altın işlendiği bilinmektedir.
Sümerliler de süs eşyalarının büyük çoğunluğu altından ve değerli taşlardan yapılırdı. Aynı çağlarda farkı bir coğrafyada Truva’da da süs eşyaları ve aksesuarlar altın ve değerli taşlarda yapılırdı. Daha sonra ise Asur, Babil ve batıda Hititlerde de, aynı altın merakı ve altın süs eşyaları görülmektedir.
Sümer süs eşyaları, bu uygarlığa mensup insanların geleneksel mücevherleri yaygın şekilde kullandıklarını, bunların da hep altından olduğunu göstermektedir. M.Ö. 1000’inci yılda sanat anlayışında önemli bir değişiklik olmuş; eserlere hareket ve anatomi bilgisi yerleşmeye başlarken, altının yine de ağır bastığı görülmüştür. Sonradan bu tarz, Balkanlar’a kadar yayılmıştır. Ayrıca İran’a kadar uzanan yeni süs eşyası arasında, kadınlar için sayısız kolye, pandantif, yüzük, bilezik, iğne yapıldığı görülmüştür.
Sülaleler öncesi dönemden baş layarak, steatit (talk mineralinin pekişik türü) gibi bazı taşların mavi sır ile kaplanması yaygınlık göstermiştir. Kullanımı çok yaygın olan altın, Mısır’ın güney ve güneydoğusunda bulunuyordu. Nadiren saf olan altın, açık sarı rengini içinde belli bir oranda bulunan gümüşten alıyordu. Gümüş altının tersine kolayca yıpranıp yok olduğundan, çok az gümüş takı bulunmuştur. Mısır’lıların tarihi boyunca en çok kullandıkları değerli metal altın olmuştur (Rigault, 2000, s.10).
Mısır mücevherleri form açısından çeşitlilik göstermektedir. Kaşbastılar ve çok çeşitli hükümdar taçları, kadınlar için taçlar, değişik kolyeler, ametist, gümüş, altın ya da fayanstan sıra sıra boncuklar, enli gerdanlıklar, birkaç sıra taş, fayans ya da madenden oluşan göğüs kolyeleri yapılmıştır (Rigault, 2000, s.15).
Girit’teki Miken uygarlığının gelişmesiyle, süs eşyalarının bir ticaret malı haline geldiği görülür. M.Ö. 16. yüzyılda Miken uygarlığı, bütün çevresine, Girit, Rodos, Truva ve Suriye’ye kadar süs eşyaları göndermekteydi. Bu eşyalarda hep altından yapılmaktaydı.
M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender’in fetihleri sayesinde Eski Yunan’a büyük miktarda altın akmıştır. Aynı dönemde Makedonya topraklarında da altın madenleri çıkarılmaya devam etmiştir. Aynı yüzyılın sonlarına doğru ilk defa olarak eski Yunan mücevherciliğinde altından başka, yarı değerli renkli taşların kullanılmaya başlandığı görülmüştür. Mısır’dan ithal edilen zümrütlerle ve diğer renkli taşlarla ilk bilezik, kolye ve taçlar yapılmıştır.
Doğu Akdeniz ülkelerinin 7. yüzyılın ortalarında Müslüman birliklerce fethedilmesinden sonra, yerel süsleme adetleri önceleri olduğu gibi kaldı. Küpeler, kolyeler, bilezikler ve yüzükler en sevilen takı türleriydi (Gladiss, 2007, 27).
Avrupa’da Orta Çağ’ın ilk 400 yılından kalan en önemli yapıtlar, küçük el sanatları ürünleri, özellikle de madeni objelerdir. Takılar ve kuyumcu titizliği ile süslenmiş dini eşyalar üzerinde süs taşlarının büyüleyici ışıltıları ve her türlü süsleme motifi ile yapılmış bezemeler, Germenlerin sanatı bir süsleme aracı olarak gören naif anlayışını sergiler.
Erken Ortaçağ Germen sanatının etkilendiği ve özellikle altın işlemeciliğinde tesirini gösteren diğer kaynaklar, Avrasya göçebelerinin stilize hayvan figürleri ve Bizans stilidir.
11. ve 12. yüzyıl orta çağ Avrupa’sında toplumun üst tabakalarında mücevher kullanımı çok yaygındır. O dönemden kalan resim ve betimlemelerde hem erkeklerin hem de kadın ve çocukların takılarla donatıldıklarını gösterir. Bu mücevherlerin çoğunluğu fonksiyonel parçalardır. Kemer, halka, broş, iri pelerin tokaları, korsaj bağı zincirleri gibi birçok takı ve aksesuar, doğrudan giyimle bağlantılıdır. Bazılarının dinsel anlamı vardır, bazılarının uğur getirdiğine inanılır (Türe, 2006,
s.29).
15. Yüzyıl, bütün Avrupa’da mücevherciliğin hızlı bir gelişme gösterdiği dönemdir. Fransız, İtalyan, İspanyol ve İngiliz sarayları da, bu sanatı desteklemişlerdir. 14. yüzyılın sonlarından itibaren, kadınların saçlarını altın ve diğer değerli taşlarla süsledikleri yaygın bir şekilde görülmektedir. Saça verilen gösterişli biçimleri daha dayanıklı kılmak için, altın tokalar, firketeler, inci ve diğer değerli taşlardan saç süsleri çok yaygın bir şekilde kullanılmıştır. 15. yüzyılda ise, tokalı iğne modası devam etmiştir. Bu çağda yapılan tablolarda, Meryem Ana’nın iğneyle tutturulmuş pelerinli resimleri görülmektedir.
Rönesans döneminde İtalyan gravürcüleri taş oymacılığı konusunda ustaca eserler ortaya koymuşlardır. Bu tür oymacılık sanatının merkezi Milano olmuştur. Taşlar üzerine genellikle mitolojik öyküler kazınmıştır.
Omuz üzerine yayılan ya da boyna takılan, taşlarla, incilerle bezeli, mineli altın zincirler, gerdanlıklar ve kameolar da Rönesans döneminin tipik takılarıdır. Birkaç parmağa birden takılan yüzükler taşlıdır. Giysilerin üzerine dikilen mücevher düğmeler ve korsaj süsleri Rönesans takıları arasında önemli bir yeri vardır
(İrepoğlu, 2000, s.56).
Rönesans çağını izleyen stil akımı, barok tarzıyla beraber 17. yüzyıl içinde belirlenmiştir. Başlangıçta bu alanda İtalya daha sonra Fransa ön plana çıkmıştır. Bu dönemde Rönesans kavramlarının terk edildiği, yerini çiçek motiflerinin aldığı görülmektedir.
17. yüzyılda Avrupa’da elmas miktarı artmıştır. Aynı dönemde elmaslarda kesim teknikleri arttı. Böylece elmaslarda daha önceki örneklerine göre daha çok parlaklık sağlandı. Altın montörlerin elmasın duru berraklığında yarattığı sarı yansımaları gidermek için taş yuvalarının gümüş folyoyla kaplanması, taşların daha da parlak ışıltılar saçmasını sağladı (Türe, 2006, s.50).
17. yüzyıl ortaları monarşilerin güçlendiği, gösterişli törensel kıyafetlerin ve
şaşalı bir saray yaşamının yükseldiği yıllardı. Kadınlarda incili bir bant topuzu
çevreliyor ve saçın iki yanını mücevher tokaları süslüyordu. Yaratıcı ve esprili
modeller olan saç iğneleri yusufçuk, kelebek, tırtıl, salyangoz gibi böcekler; pırlanta
ve renkli taşlarla bezenmiş çiçekler; ok ve yay gibi geniş bir repertuara sahiptir.
Erkeklerin şapkaları kıymetli taşlar takılmış bantlar, inci sıraları ya da altın
zincirlerle çevreleniyordu (Türe, 2006, s.52).
Amerika’nın keşfinden sonra, 16. ve 17. yüzyıllarda, özellikle Meksika ve Kolombiya’daki madenlerden Avrupa’ya bol miktarda altın getirilmiştir. Daha sonra, 1847’de Birleşik Amerika’nın doğusunda bir rastlantı sonucu akarsularda bulunan altın, insanların California’ya akın etmesine sebep olmuştur. Bunu 1851’de Avustralya’daki maden ocaklarının bulunuşu izlemiştir. 1884’te ise Güney Afrika’daki ünlü Transvaal altın madenleri işletilmeye başlanmıştır.18. yüzyılda Brezilya’da yeni elmas madenlerinin keşfi ile Avrupa’ya gelen elmas miktarlarının artması ağır elmas mücevherler yapımını sağladı.
18. yüzyılda üst sınıftan erkekler de eşleri gibi mücevherlere düşkündü.
Şapka süsleri, saat zincirleri, elmas düğmeler, ayakkabı tokaları, kabzaları
mücevherli kılıçlar, enfiye kutuları gibi erkek takı ve aksesuarları da kullanılmıştır.
1795 yılında beş konsül yönetimi kuyumcu atölyelerinin yeniden açılmasına izin vermiştir. Ancak eski kraliyet dönemini hatırlatan barok üslup terk edilmiş, yerine Neo-Klasik üslup devrim ruhunun ifadesi olmuştur.
Klasik Yunan stilinde altın zincirler, uzun damla küpeler o dönem moda oldu. Elmaslar ve renkli taşlarla bezenen altın diademler en önemli baş takılarıydı.
Tarihte ilk kez insanın doğadan koptuğu ve doğayı gerçek anlamda kirletmeye başladığı dönemde, 19. yüzyılın ilk sanat akımı olan Romantizm bir tepki hareketi olarak gelişti. Sanayi devrimi ile kuyumcu atölyelerinde yeni teknolojik aletler kullanılmaya başlamıştır (Türe, 2006, s.70).
Aşk sembolleri ile ölüm veya yaşam temalarını işleyen romantik mücevherler, 1800’lü yıllarda hem kadınlar hem de erkekler tarafından kullanıldı. 19. yüzyılın başlarında topaz, krizopras, ametist, garnet, türkuaz gibi birçok taşın birlikte yerleştirildiği polikom mücevherleri de ‘taşların dili’ denilen simgesel bir tarz
geliştirildi (Türe, 2006, s.72).
19. yüzyılda arkeolojinin bir bilim dalı olarak kabulü, eski yazılarının çözümlenmeye başlaması, yayınlanan kazı raporları ve buluntu katalogları, İlk Çağ sanatına dolayısıyla İlk Çağ takılarına entelektüel bir ilgi yarattı. Arkeolojik stil, Neo klasik üsluptan farklı olarak antik takı modellerini, günün imalat teknikleriyle ve moda çizgisine göre üretmiyor, doğrudan eski teknikleri kullanıp başarılı kopyalar yapmayı amaçlıyordu (Türe, 2006, s.75).
I. Dünya Savaşı’nı takip eden çözümsüz döneme tepki olarak doğan ve 1920 ile 1930 yılları arasının hakim stili olan Art Deco’nun mücevherleri, egzotik derecede geometrik ve ağır yapıları, canlı ve zıt renkleri ile karakteristiktir.
Fovizim’in yanı sıra Kübist ve Konstrüktivist hareketlerden de etkilenen mücevher tasarımlarında, üst üste bindirilmiş daireler, dikdörtgenler ve üçgenler görülmeye başladı. Yüzyılın başlarında yapılan arkeolojik kazılarla ortaya çıkan Mısır, Babil, Maya ve Aztek kalıntıları da mücevher tasarımına bu uygarlıkların motiflerini ekledi (Özpınar, 2007, s.58).
1930’arın sonlarında daha yumuşak çizgileri ve daha zengin ifade biçimi ile Retro (geriye dönüş) stili yükseldi. Deco mücevherlerinin genellikle yassı, iki boyutlu parçalar olmasına karşın ilk dönem retro mücevherleri yontu kalitesinde, iki boyutlu parçalardı. Süs taşı kullanımında pırlantanın değerli renklerle kombinasyonu ön plandaydı. Sıcak ve yumuşak görünümlü pembe, sarı ve beyaz altın alaşımları birçok parçada birlikte kullanıp sofistike etkiler yaratıldı (Türe, 2006, s.114).
1940’lı yılların başlarında zirvede olan mücevher gurubu kokteyl takılardır. Art Deco stilinin bir uzantısı olan ama üç boyutlu figüratif etkileri ile Retro özellikleri yansıtan, kırmızı veya sarı altından yapılmış kokteyl takılarının en çarpıcı yanı sitrinler, akuamarin, ametist ve Aytaşlarının yanı sıra yakut ve safir gibi değerli taşların da başarılı kombinasyonlarda birleştirilmesidir (Türe, 2006, s.115).
Mücevher tasarımcılığı açısından büyük bir hareketliliğin yaşandığı 1950’ler ve 1960’ların başları yeni felsefe ve sanat akımlarının yükseldiği, çok yönlü enternasyonal sanatçıların yetiştiği bir Neo Rönesans dönemidir.
1960’lı yıllar moda ve tekstil dünyasında önemli adımların atıldığı dönemdir. Takı tasarımı ve üretiminde buna paralel bir gelişim ve farklılık yaşandı. Önceki dönemlere göre düşünce ve giyim olarak çok farklı olan kadın imajı ile bu imajı ön plana çıkartan medyanın etkilerinin birleşmesi takı kullanımı ve dolayısıyla üretimini geniş çapta artırdı. Takı üretiminin önemli bir sektöre dönüşmesi, takı tasarımı konusunda eğitim veren kuruluşların artması ve yeni çizgilerin teşvik edilmesine yol açmıştır.
1950’lerin Neo Rönesans’ın büyük sanatçıları olan Dali ve Broque’un, geleneksel sanat ve mücevher tasarımlarının uygulama sanatı arasındaki boşluğu kapatmaları 1960’ları da etkilemiştir. El sanatının değerlerine ve mükemmelliğine sahip çıkan yeni neslin farklı şekiller, farklı teknikler ve farklı materyaller arayışı mücevherde değerli, yarı eğerli ve değersiz taş ve metal kavramlarını bir kez daha sorguladı. Meteroit, nobium, paladyum, gibi yeni malzemeler altın, platin, elmas gibi geleneksel malzemelerle harmanlanıp sanatçının bireysel zevklerini ifade etmede kullanıldı (Türe, 2006, s.127).
1970’lerden itibaren sanat akımlarındaki göreceli durgunluk takı ve mücevher sanatını geriye dönüşe yönlendirdi. Tasarımlara daha yuvarlak ve klasik çizgiler hâkim oldu. Ancak birçok tasarımcı takıların doğasını ve sosyalleşmedeki rolünü sorgulayıp özgün ve bireysel tasarımlar yapmaya devam ettiler.
1990’larda Linda Mc Neil, Gril Clement, Patricia Dudgeon ve Eric Russel gibi tasarımcıların takıları, akımın en belirgin özelliği olan yalın geometrik şekiller ve alternatif malzemeler kullanımında birleşti. Ancak bu dönemde hâkim olan genel çizgi, hem firma hem tasarımcı açısından neredeyse bütün tarihsel kaynakların ve natüralist stillerin modernize edilerek ve endüstriyel üretime uyarlanarak kullanılmasıyla sınırlı kaldı (Türe, 2006, s.127).
Takının tarihi günümüzden 30 bin yıl kadar önce Üst Paleolitik Çağ’da başlar. Ancak gerçek anlamda mücevhercilik, değerli madenlerin ince bir çalışma ile işlenebilmesini, değerli süs taşlarının şekillendirilip parlatılmasını, montörle çerçevelenmesini veya diziler yapmak için delinmesini gerektirir. Bir dizi uzmanlık çalışmasını gerektiren bu teknolojik gelişmeye Mezopotamya’da, Mısır’da ve Anadolu’da M.Ö. 4. binyıl sonlarında ulaşılmıştır (Türe, 2000, s.26).
İnsanoğlunun kullandığı ilk mücevher taş devrinde erkeğin hayvan derisinden bir kaytana geçirilen renkli bir deniz kabuğuydu. Aradan çağlar gelip geçtikçe, insanoğlu yeni madenler buldukça, bunları duygusal bir takım güdülerle işleyip taktığı çeşitli süs eşyaları yapmaya devam etti. Bu nedenle, mücevherin insanlık tarihi kadar eski bir geçmişi vardır.
Gerek dinsel nedenlerin, gerekse beğendirme çabasının bir sonucu olarak insanın ilgisini sürekli çeken takıların ilk örnekleri taş, kemik, deniz kabukluları ve fildişinden yapılırken, maden işçiliğinin başlamasıyla bunların yanı sıra tunç, gümüş, elektrum ve özellikle altın takılara yoğunluk kazanmıştır. Önceleri din, tılsım, büyü, uğur gibi kavramların etkisi ile başlayan takı takma, dönem dönem bu anlamlarının yanı sıra, ölü hediyesi, tanrılara sunu, imtiyaz göstergesi, zenginlik ifadesi, hediye ve nihayet güzel görünmek gibi amaçları da kapsamaktadır.
Mücevherler tarih öncesi çağlardan, tarih çağlarına ve günümüze kadar uzanan, tarihi, arkeolojiyi, doğuyu, batıyı, bütün dinleri ve inançları da içine alan çok geniş ve kapsamlı bir sanat ve zenginlik örneğidir.
Tunç Çağı başlarından itibaren altın, gücün ve servetin simgesi olmuş; oksitlenmeyen, parlak sarı rengini hiçbir doğal koşulda kaybetmeyen ve kolayca işlenebilen bu soy metal mücevher tarihi ile özdeşleşmiştir (Türe, 2000, s.11).
İlk uygarlıklar, bilindiği gibi, bereketli nehirlerin vadilerinde doğmuştur: Sümerliler, Dicle ve Fırat, Mısırlılar, Nil, Truva Şehri, Simav Çayı, Hint Uygarlığı ise İndus nehri boylarında gelişip büyümüşlerdir.
Dünyada üretilen ilk altın madenlerinin Batı Asya’da, M.Ö. 4000 yıllarında gelişen Sümer Uygarlığı çağında bulunduğu sanılmaktadır. Daha sonra eski Mısırlılar, Asurlular, Araplar da altın madenlerini işletmişlerdir. Eski Yunan’da, Büyük İskender döneminde, İran’da, Ön Asya’da kurulan uygarlıklarda ve Roma imparatorluğunda da altın işlendiği bilinmektedir.
Sümerliler de süs eşyalarının büyük çoğunluğu altından ve değerli taşlardan yapılırdı. Aynı çağlarda farkı bir coğrafyada Truva’da da süs eşyaları ve aksesuarlar altın ve değerli taşlarda yapılırdı. Daha sonra ise Asur, Babil ve batıda Hititlerde de, aynı altın merakı ve altın süs eşyaları görülmektedir.
Sümer süs eşyaları, bu uygarlığa mensup insanların geleneksel mücevherleri yaygın şekilde kullandıklarını, bunların da hep altından olduğunu göstermektedir. M.Ö. 1000’inci yılda sanat anlayışında önemli bir değişiklik olmuş; eserlere hareket ve anatomi bilgisi yerleşmeye başlarken, altının yine de ağır bastığı görülmüştür. Sonradan bu tarz, Balkanlar’a kadar yayılmıştır. Ayrıca İran’a kadar uzanan yeni süs eşyası arasında, kadınlar için sayısız kolye, pandantif, yüzük, bilezik, iğne yapıldığı görülmüştür.
Sülaleler öncesi dönemden baş layarak, steatit (talk mineralinin pekişik türü) gibi bazı taşların mavi sır ile kaplanması yaygınlık göstermiştir. Kullanımı çok yaygın olan altın, Mısır’ın güney ve güneydoğusunda bulunuyordu. Nadiren saf olan altın, açık sarı rengini içinde belli bir oranda bulunan gümüşten alıyordu. Gümüş altının tersine kolayca yıpranıp yok olduğundan, çok az gümüş takı bulunmuştur. Mısır’lıların tarihi boyunca en çok kullandıkları değerli metal altın olmuştur (Rigault, 2000, s.10).
Mısır mücevherleri form açısından çeşitlilik göstermektedir. Kaşbastılar ve çok çeşitli hükümdar taçları, kadınlar için taçlar, değişik kolyeler, ametist, gümüş, altın ya da fayanstan sıra sıra boncuklar, enli gerdanlıklar, birkaç sıra taş, fayans ya da madenden oluşan göğüs kolyeleri yapılmıştır (Rigault, 2000, s.15).
Girit’teki Miken uygarlığının gelişmesiyle, süs eşyalarının bir ticaret malı haline geldiği görülür. M.Ö. 16. yüzyılda Miken uygarlığı, bütün çevresine, Girit, Rodos, Truva ve Suriye’ye kadar süs eşyaları göndermekteydi. Bu eşyalarda hep altından yapılmaktaydı.
M.Ö. 4. yüzyılda Büyük İskender’in fetihleri sayesinde Eski Yunan’a büyük miktarda altın akmıştır. Aynı dönemde Makedonya topraklarında da altın madenleri çıkarılmaya devam etmiştir. Aynı yüzyılın sonlarına doğru ilk defa olarak eski Yunan mücevherciliğinde altından başka, yarı değerli renkli taşların kullanılmaya başlandığı görülmüştür. Mısır’dan ithal edilen zümrütlerle ve diğer renkli taşlarla ilk bilezik, kolye ve taçlar yapılmıştır.
Doğu Akdeniz ülkelerinin 7. yüzyılın ortalarında Müslüman birliklerce fethedilmesinden sonra, yerel süsleme adetleri önceleri olduğu gibi kaldı. Küpeler, kolyeler, bilezikler ve yüzükler en sevilen takı türleriydi (Gladiss, 2007, 27).
Avrupa’da Orta Çağ’ın ilk 400 yılından kalan en önemli yapıtlar, küçük el sanatları ürünleri, özellikle de madeni objelerdir. Takılar ve kuyumcu titizliği ile süslenmiş dini eşyalar üzerinde süs taşlarının büyüleyici ışıltıları ve her türlü süsleme motifi ile yapılmış bezemeler, Germenlerin sanatı bir süsleme aracı olarak gören naif anlayışını sergiler.
Erken Ortaçağ Germen sanatının etkilendiği ve özellikle altın işlemeciliğinde tesirini gösteren diğer kaynaklar, Avrasya göçebelerinin stilize hayvan figürleri ve Bizans stilidir.
11. ve 12. yüzyıl orta çağ Avrupa’sında toplumun üst tabakalarında mücevher kullanımı çok yaygındır. O dönemden kalan resim ve betimlemelerde hem erkeklerin hem de kadın ve çocukların takılarla donatıldıklarını gösterir. Bu mücevherlerin çoğunluğu fonksiyonel parçalardır. Kemer, halka, broş, iri pelerin tokaları, korsaj bağı zincirleri gibi birçok takı ve aksesuar, doğrudan giyimle bağlantılıdır. Bazılarının dinsel anlamı vardır, bazılarının uğur getirdiğine inanılır (Türe, 2006,
s.29).
15. Yüzyıl, bütün Avrupa’da mücevherciliğin hızlı bir gelişme gösterdiği dönemdir. Fransız, İtalyan, İspanyol ve İngiliz sarayları da, bu sanatı desteklemişlerdir. 14. yüzyılın sonlarından itibaren, kadınların saçlarını altın ve diğer değerli taşlarla süsledikleri yaygın bir şekilde görülmektedir. Saça verilen gösterişli biçimleri daha dayanıklı kılmak için, altın tokalar, firketeler, inci ve diğer değerli taşlardan saç süsleri çok yaygın bir şekilde kullanılmıştır. 15. yüzyılda ise, tokalı iğne modası devam etmiştir. Bu çağda yapılan tablolarda, Meryem Ana’nın iğneyle tutturulmuş pelerinli resimleri görülmektedir.
Rönesans döneminde İtalyan gravürcüleri taş oymacılığı konusunda ustaca eserler ortaya koymuşlardır. Bu tür oymacılık sanatının merkezi Milano olmuştur. Taşlar üzerine genellikle mitolojik öyküler kazınmıştır.
Omuz üzerine yayılan ya da boyna takılan, taşlarla, incilerle bezeli, mineli altın zincirler, gerdanlıklar ve kameolar da Rönesans döneminin tipik takılarıdır. Birkaç parmağa birden takılan yüzükler taşlıdır. Giysilerin üzerine dikilen mücevher düğmeler ve korsaj süsleri Rönesans takıları arasında önemli bir yeri vardır
(İrepoğlu, 2000, s.56).
Rönesans çağını izleyen stil akımı, barok tarzıyla beraber 17. yüzyıl içinde belirlenmiştir. Başlangıçta bu alanda İtalya daha sonra Fransa ön plana çıkmıştır. Bu dönemde Rönesans kavramlarının terk edildiği, yerini çiçek motiflerinin aldığı görülmektedir.
17. yüzyılda Avrupa’da elmas miktarı artmıştır. Aynı dönemde elmaslarda kesim teknikleri arttı. Böylece elmaslarda daha önceki örneklerine göre daha çok parlaklık sağlandı. Altın montörlerin elmasın duru berraklığında yarattığı sarı yansımaları gidermek için taş yuvalarının gümüş folyoyla kaplanması, taşların daha da parlak ışıltılar saçmasını sağladı (Türe, 2006, s.50).
17. yüzyıl ortaları monarşilerin güçlendiği, gösterişli törensel kıyafetlerin ve
şaşalı bir saray yaşamının yükseldiği yıllardı. Kadınlarda incili bir bant topuzu
çevreliyor ve saçın iki yanını mücevher tokaları süslüyordu. Yaratıcı ve esprili
modeller olan saç iğneleri yusufçuk, kelebek, tırtıl, salyangoz gibi böcekler; pırlanta
ve renkli taşlarla bezenmiş çiçekler; ok ve yay gibi geniş bir repertuara sahiptir.
Erkeklerin şapkaları kıymetli taşlar takılmış bantlar, inci sıraları ya da altın
zincirlerle çevreleniyordu (Türe, 2006, s.52).
Amerika’nın keşfinden sonra, 16. ve 17. yüzyıllarda, özellikle Meksika ve Kolombiya’daki madenlerden Avrupa’ya bol miktarda altın getirilmiştir. Daha sonra, 1847’de Birleşik Amerika’nın doğusunda bir rastlantı sonucu akarsularda bulunan altın, insanların California’ya akın etmesine sebep olmuştur. Bunu 1851’de Avustralya’daki maden ocaklarının bulunuşu izlemiştir. 1884’te ise Güney Afrika’daki ünlü Transvaal altın madenleri işletilmeye başlanmıştır.18. yüzyılda Brezilya’da yeni elmas madenlerinin keşfi ile Avrupa’ya gelen elmas miktarlarının artması ağır elmas mücevherler yapımını sağladı.
18. yüzyılda üst sınıftan erkekler de eşleri gibi mücevherlere düşkündü.
Şapka süsleri, saat zincirleri, elmas düğmeler, ayakkabı tokaları, kabzaları
mücevherli kılıçlar, enfiye kutuları gibi erkek takı ve aksesuarları da kullanılmıştır.
1795 yılında beş konsül yönetimi kuyumcu atölyelerinin yeniden açılmasına izin vermiştir. Ancak eski kraliyet dönemini hatırlatan barok üslup terk edilmiş, yerine Neo-Klasik üslup devrim ruhunun ifadesi olmuştur.
Klasik Yunan stilinde altın zincirler, uzun damla küpeler o dönem moda oldu. Elmaslar ve renkli taşlarla bezenen altın diademler en önemli baş takılarıydı.
Tarihte ilk kez insanın doğadan koptuğu ve doğayı gerçek anlamda kirletmeye başladığı dönemde, 19. yüzyılın ilk sanat akımı olan Romantizm bir tepki hareketi olarak gelişti. Sanayi devrimi ile kuyumcu atölyelerinde yeni teknolojik aletler kullanılmaya başlamıştır (Türe, 2006, s.70).
Aşk sembolleri ile ölüm veya yaşam temalarını işleyen romantik mücevherler, 1800’lü yıllarda hem kadınlar hem de erkekler tarafından kullanıldı. 19. yüzyılın başlarında topaz, krizopras, ametist, garnet, türkuaz gibi birçok taşın birlikte yerleştirildiği polikom mücevherleri de ‘taşların dili’ denilen simgesel bir tarz
geliştirildi (Türe, 2006, s.72).
19. yüzyılda arkeolojinin bir bilim dalı olarak kabulü, eski yazılarının çözümlenmeye başlaması, yayınlanan kazı raporları ve buluntu katalogları, İlk Çağ sanatına dolayısıyla İlk Çağ takılarına entelektüel bir ilgi yarattı. Arkeolojik stil, Neo klasik üsluptan farklı olarak antik takı modellerini, günün imalat teknikleriyle ve moda çizgisine göre üretmiyor, doğrudan eski teknikleri kullanıp başarılı kopyalar yapmayı amaçlıyordu (Türe, 2006, s.75).
I. Dünya Savaşı’nı takip eden çözümsüz döneme tepki olarak doğan ve 1920 ile 1930 yılları arasının hakim stili olan Art Deco’nun mücevherleri, egzotik derecede geometrik ve ağır yapıları, canlı ve zıt renkleri ile karakteristiktir.
Fovizim’in yanı sıra Kübist ve Konstrüktivist hareketlerden de etkilenen mücevher tasarımlarında, üst üste bindirilmiş daireler, dikdörtgenler ve üçgenler görülmeye başladı. Yüzyılın başlarında yapılan arkeolojik kazılarla ortaya çıkan Mısır, Babil, Maya ve Aztek kalıntıları da mücevher tasarımına bu uygarlıkların motiflerini ekledi (Özpınar, 2007, s.58).
1930’arın sonlarında daha yumuşak çizgileri ve daha zengin ifade biçimi ile Retro (geriye dönüş) stili yükseldi. Deco mücevherlerinin genellikle yassı, iki boyutlu parçalar olmasına karşın ilk dönem retro mücevherleri yontu kalitesinde, iki boyutlu parçalardı. Süs taşı kullanımında pırlantanın değerli renklerle kombinasyonu ön plandaydı. Sıcak ve yumuşak görünümlü pembe, sarı ve beyaz altın alaşımları birçok parçada birlikte kullanıp sofistike etkiler yaratıldı (Türe, 2006, s.114).
1940’lı yılların başlarında zirvede olan mücevher gurubu kokteyl takılardır. Art Deco stilinin bir uzantısı olan ama üç boyutlu figüratif etkileri ile Retro özellikleri yansıtan, kırmızı veya sarı altından yapılmış kokteyl takılarının en çarpıcı yanı sitrinler, akuamarin, ametist ve Aytaşlarının yanı sıra yakut ve safir gibi değerli taşların da başarılı kombinasyonlarda birleştirilmesidir (Türe, 2006, s.115).
Mücevher tasarımcılığı açısından büyük bir hareketliliğin yaşandığı 1950’ler ve 1960’ların başları yeni felsefe ve sanat akımlarının yükseldiği, çok yönlü enternasyonal sanatçıların yetiştiği bir Neo Rönesans dönemidir.
1960’lı yıllar moda ve tekstil dünyasında önemli adımların atıldığı dönemdir. Takı tasarımı ve üretiminde buna paralel bir gelişim ve farklılık yaşandı. Önceki dönemlere göre düşünce ve giyim olarak çok farklı olan kadın imajı ile bu imajı ön plana çıkartan medyanın etkilerinin birleşmesi takı kullanımı ve dolayısıyla üretimini geniş çapta artırdı. Takı üretiminin önemli bir sektöre dönüşmesi, takı tasarımı konusunda eğitim veren kuruluşların artması ve yeni çizgilerin teşvik edilmesine yol açmıştır.
1950’lerin Neo Rönesans’ın büyük sanatçıları olan Dali ve Broque’un, geleneksel sanat ve mücevher tasarımlarının uygulama sanatı arasındaki boşluğu kapatmaları 1960’ları da etkilemiştir. El sanatının değerlerine ve mükemmelliğine sahip çıkan yeni neslin farklı şekiller, farklı teknikler ve farklı materyaller arayışı mücevherde değerli, yarı eğerli ve değersiz taş ve metal kavramlarını bir kez daha sorguladı. Meteroit, nobium, paladyum, gibi yeni malzemeler altın, platin, elmas gibi geleneksel malzemelerle harmanlanıp sanatçının bireysel zevklerini ifade etmede kullanıldı (Türe, 2006, s.127).
1970’lerden itibaren sanat akımlarındaki göreceli durgunluk takı ve mücevher sanatını geriye dönüşe yönlendirdi. Tasarımlara daha yuvarlak ve klasik çizgiler hâkim oldu. Ancak birçok tasarımcı takıların doğasını ve sosyalleşmedeki rolünü sorgulayıp özgün ve bireysel tasarımlar yapmaya devam ettiler.
1990’larda Linda Mc Neil, Gril Clement, Patricia Dudgeon ve Eric Russel gibi tasarımcıların takıları, akımın en belirgin özelliği olan yalın geometrik şekiller ve alternatif malzemeler kullanımında birleşti. Ancak bu dönemde hâkim olan genel çizgi, hem firma hem tasarımcı açısından neredeyse bütün tarihsel kaynakların ve natüralist stillerin modernize edilerek ve endüstriyel üretime uyarlanarak kullanılmasıyla sınırlı kaldı (Türe, 2006, s.127).