OTANT�K TA�

Yakutun Kıymeti

V MAKALELER
YAKUT TAŞI
Fiyatı      :      TL
[dpsc_display_product]
Ürünün Özellikleri
  • MAKALE
  • Yakut Taşı Kıymeti

Yakutun Kıymeti

Yakutun kıymeti pazarının durgun olup olmamasına, cevherlerin talep edilip edilmemesine, madenlerin yakın ya da uzak olmasına, cevherlerin az ya da çok bulunmasına, değerinin bilinip bilinmemesine, değerini bilenlerin az-çok olmasına, cevherin iyi-kötü, iri-ufak olmasına bağlıdır. Cevherlere değer biçmek tahminîdir. Aslı ve kaidesi yoktur147. Za’îfî yirmi kıratının iki bin eşrefî148 değerinin olduğunu belirtir149.
Rivayete göre eski zamanlarda bir yakut varmış. Gece mum gibi yanıp, çevresine aydınlık verirmiş. Ona kevkeb-i şeb-efrüz derlermiş. Sonra bu yakuta Gevher-i şeb-çırâg150 diye ad koymuşlar. O cevher Keyhüsrev’in eline geçmiş. Keyhüsrev ona câm-i cihân-nümây151 adını vermiş. Daha sonra yakut Anûşirvân-ı ‘Âdil eline oradan da
152
Bağdad halifelerinin hazinesine girmiş . Şerîfî tercümesinde de âb-ı hayâtı aramak için Hızır’la zulûmâta giden İskender’in yanında iki taş olduğu, birini yolunu aydınlatması amacıyla Hızır’a verdiği ve bu yakuta “şeb-çırâğ” denildiği anlatılır153:

Ol Fehîm-i meh zamîrem kim nukât-i hatt-ı nazmım
Şeb-çerağ ettim şu’â-ı mihr-i tâb’ı rûşenimden (Fehîm/Üzgör, 1991: 618)

Meger kim magribî-i dehr şakkü’l-‘arzı şâm itdi
Ki zâhir oldı bunca şeb-çerâg-ı kevkeb-i garrâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151) Her gece gün gibi rûz-ı rûşen eyler bezmimi
Ârız-ı rengîni ol meh-rû nigârın şeb-çerâg (Remzî/Güven, 2005: 188) Zulmete Hızr ile gir gevher çıkar
Âb-ı hayvândan içüp hem kana gel (Niyâzî-i Mısrî/Erdoğan, 1998: 132)
Şeb-çerâğ, geceleri parlayan yakut veya incidir. Dür-i şebgûn da denir. Rivayete göre gâv-ı bahrî (su aygırı) adlı hayvan bazı geceler yanında bu mücevheri getirerek onun aydınlığında karaya çıkıp otlarmış. Avcılar hayvanı ürküterek şeb-çerâğı alabilirlermiş (Pala, 2004: 422-423).
Câm-ı cihân-nümâ, “dünyayı seyrettiren kadeh” manasındadır. Rivayete göre bu kadehi, Cem’in zamanında hükemâ ortaya çıkarmış ve hangi ülkenin durumu bilinmek istense ona bakılırmış. Onay, şairlerimizin câm-ı Cem ile câm-ı cihân-nümâyı karıştırdıklarına, bunların tariflerde iki ayrı kadeh olduğuna dikkat çeker. Buna göre, câm-ı Cem’in üzerinde, yedi hat (yazı) olup, yedi madenden yedi kat göğe benzetilerek yapılmıştır (Onay, 2007: 81). Şirvânî, age, s. 102-121. Kutlar, age, s. 21.
Gevher-i şeb-çırâğın halifelerin hazinesinde olmadığı, olsaydı adının duyulacağı, onun yerine beş cevherin adının bilindiği ile ilgili diğer bir rivayet Hoca Nasîrüddîn-i Tûsî tarafından anlatılır. Acem padişahlarından Benî Ümeyye halifelerine çok cevâhir kalmış. Bu cevherler Benî Abbas halifelerinin eline geçmiş. Bu hazinede beş meşhur cevher varmış. Üçü behremânî ve remmânî yakutuymuş. Biri dürre-i yetime diğeri sebha-ı rindâneymiş. Bunların benzerleri yokmuş. O üç yakuttan birinin adı cebel, birinin adı minkar, diğerinin ise bahr imiş. Mansûr’un veziri Rabî sarraftan onu bin miskal altına alıp halifeye vermiş. Dürre-i yetîmeyi Hark adasından getirmişler. Bunlardan hiçbiri iki miskali bulmazmış. Mehdî cebel ile minkârı Hâdî ile Reşîd adındaki oğullarına vermiş. Hâdî halife olduğu zaman kardeşi Reşîd’den cebeli istemiş.
Reşîd, “Atamın yadigarıdır.” diyerek onu vermemiş. Tekrar istemiş. Yine vermemiş. Bir gün Reşîd Dicle kıyısında oturuyormuş. Hâdî’den yine bir hizmetli gelip cebeli istemiş. Cebel Reşîd’in yüzüğündeymiş. Reşîd öfkelenip yüzüğü Dicle’ye atmış. Hizmetli Hâdî’ye durumu bildirince Hâdî cebelden umudunu kesmiş. Sonra Reşîd halife olmuş ve fala baktırmış. Dalgıçlar getirip cebeli Dicle’ye bıraktığı yeri göstermiş. Dalgıç cebeli bulup sudan çıkarmış. Reşîd buna çok sevinmiş ve dalgıca çok mal vermiş. Cebel ile minkâr Reşîd’in hazinesinde kalmış. Fakat Muktedir Billâh halife olunca cevherleri telef etmeye, nedîmlere, mutrîblere, kadınlara dağıtmaya başlamış. Vezirlerin nasihatlarını dinlemezmiş. Bir gün Abbas adlı vezirine çok cevher vermiş. Abbas kabul etmemiş ve “Cevâhir halife hazinesine yaraşır ve ona layıktır. Ben ona layık değilim.” demiş. Muktedir, Abbas’ın nüktesine gücenmiş fakat israfı terk etmemiş. Rindâne adlı bir bayanı sevmiş. Ona kıymetli taşlardan kimsede olmayan bir tesbih dizmiş. Adını sebha-ı rindâne koymuş. O sebha hazinede olurmuş. Muktedir’in veziri Alî ibni Mûsâ Mısır’dan geldiğinde bir gün halifeye: “Sebha-ı rindâneyi görmek isterim.” demiş. Halife: “Hazineden getirsinler.” demiş. Çok aramışlar fakat bulamamışlar. Sonra vezir cebinden sehba-ı rindâneyi çıkarıp: “Mısır pazarından satın aldım.” demiş. Vezir: “Bunun gibi nefis cevâhirler hazineden çıkıp Mısır pazarında satılmaya başladıktan sonra memlekette düzen olmaz.” demişse de fayda etmemiş yine cevherleri telef etmiş. Devleti ortadan kaldırmak isteyenler Muktedir’in hazinesinde bir şey olmadığını duyunca onu öldürmüşler154.
Şirvânî, “Menâsimü’l-merâsim” adlı kitapta yakut ile ateş ilişkisini anlatan bir rivayeti aktarır.

“Sultan Mahmûd’un torunu Sultân İbrâhîm Gaznîn’de padişah iken Sultân Melikşâh İbni Arslan tarafından kendisine bir elçi gelir. Elçi anlatmaya başlar: “Kış günleriydi. Sultân İbrâhîm’in huzuruna geldim, gördüm ki sultanın huzuruna altın ve kıymetli taşlarla süslenmiş bir âteş-dân (mangal) koymuşlardı. Bu mangalı kızıl yakutla doldurmuşlardı. Yakutların ışığı, ateş ışığı gibi etrafa yayılıyordu. Sultan altın bir çanakla o yakutları ateş karıştırır gibi karıştırıyordu. Beni gördüğünde: “Soğuktan nasılsın, üşüyor musun?” diye sordu. Ben de “Sultanım ateşinden ısınmazsam soğuktan helâk olurum.” dedim. Güldü ve bir tas yakutu önüme döktü.
Eğildim, yakutları aldım ve çok meblağa sattım. O mangalın içinde altı yedi miskal büyüklüğünde yakut parçaları vardı, gördüm”155.

Yakutun Kıymeti

V MAKALELER
YAKUT TAŞI
Fiyatı      :      TL
Ürünün Özellikleri
  • MAKALE
  • Yakut Taşı Kıymeti
[dpsc_display_product]
Ürün Açıklaması Video Tanıtım Yorumlar

Yakutun Kıymeti

Yakutun kıymeti pazarının durgun olup olmamasına, cevherlerin talep edilip edilmemesine, madenlerin yakın ya da uzak olmasına, cevherlerin az ya da çok bulunmasına, değerinin bilinip bilinmemesine, değerini bilenlerin az-çok olmasına, cevherin iyi-kötü, iri-ufak olmasına bağlıdır. Cevherlere değer biçmek tahminîdir. Aslı ve kaidesi yoktur147. Za’îfî yirmi kıratının iki bin eşrefî148 değerinin olduğunu belirtir149.
Rivayete göre eski zamanlarda bir yakut varmış. Gece mum gibi yanıp, çevresine aydınlık verirmiş. Ona kevkeb-i şeb-efrüz derlermiş. Sonra bu yakuta Gevher-i şeb-çırâg150 diye ad koymuşlar. O cevher Keyhüsrev’in eline geçmiş. Keyhüsrev ona câm-i cihân-nümây151 adını vermiş. Daha sonra yakut Anûşirvân-ı ‘Âdil eline oradan da
152
Bağdad halifelerinin hazinesine girmiş . Şerîfî tercümesinde de âb-ı hayâtı aramak için Hızır’la zulûmâta giden İskender’in yanında iki taş olduğu, birini yolunu aydınlatması amacıyla Hızır’a verdiği ve bu yakuta “şeb-çırâğ” denildiği anlatılır153:

Ol Fehîm-i meh zamîrem kim nukât-i hatt-ı nazmım
Şeb-çerağ ettim şu’â-ı mihr-i tâb’ı rûşenimden (Fehîm/Üzgör, 1991: 618)

Meger kim magribî-i dehr şakkü’l-‘arzı şâm itdi
Ki zâhir oldı bunca şeb-çerâg-ı kevkeb-i garrâ (Sâbit/Karacan, 1991: 151) Her gece gün gibi rûz-ı rûşen eyler bezmimi
Ârız-ı rengîni ol meh-rû nigârın şeb-çerâg (Remzî/Güven, 2005: 188) Zulmete Hızr ile gir gevher çıkar
Âb-ı hayvândan içüp hem kana gel (Niyâzî-i Mısrî/Erdoğan, 1998: 132)
Şeb-çerâğ, geceleri parlayan yakut veya incidir. Dür-i şebgûn da denir. Rivayete göre gâv-ı bahrî (su aygırı) adlı hayvan bazı geceler yanında bu mücevheri getirerek onun aydınlığında karaya çıkıp otlarmış. Avcılar hayvanı ürküterek şeb-çerâğı alabilirlermiş (Pala, 2004: 422-423).
Câm-ı cihân-nümâ, “dünyayı seyrettiren kadeh” manasındadır. Rivayete göre bu kadehi, Cem’in zamanında hükemâ ortaya çıkarmış ve hangi ülkenin durumu bilinmek istense ona bakılırmış. Onay, şairlerimizin câm-ı Cem ile câm-ı cihân-nümâyı karıştırdıklarına, bunların tariflerde iki ayrı kadeh olduğuna dikkat çeker. Buna göre, câm-ı Cem’in üzerinde, yedi hat (yazı) olup, yedi madenden yedi kat göğe benzetilerek yapılmıştır (Onay, 2007: 81). Şirvânî, age, s. 102-121. Kutlar, age, s. 21.
Gevher-i şeb-çırâğın halifelerin hazinesinde olmadığı, olsaydı adının duyulacağı, onun yerine beş cevherin adının bilindiği ile ilgili diğer bir rivayet Hoca Nasîrüddîn-i Tûsî tarafından anlatılır. Acem padişahlarından Benî Ümeyye halifelerine çok cevâhir kalmış. Bu cevherler Benî Abbas halifelerinin eline geçmiş. Bu hazinede beş meşhur cevher varmış. Üçü behremânî ve remmânî yakutuymuş. Biri dürre-i yetime diğeri sebha-ı rindâneymiş. Bunların benzerleri yokmuş. O üç yakuttan birinin adı cebel, birinin adı minkar, diğerinin ise bahr imiş. Mansûr’un veziri Rabî sarraftan onu bin miskal altına alıp halifeye vermiş. Dürre-i yetîmeyi Hark adasından getirmişler. Bunlardan hiçbiri iki miskali bulmazmış. Mehdî cebel ile minkârı Hâdî ile Reşîd adındaki oğullarına vermiş. Hâdî halife olduğu zaman kardeşi Reşîd’den cebeli istemiş.
Reşîd, “Atamın yadigarıdır.” diyerek onu vermemiş. Tekrar istemiş. Yine vermemiş. Bir gün Reşîd Dicle kıyısında oturuyormuş. Hâdî’den yine bir hizmetli gelip cebeli istemiş. Cebel Reşîd’in yüzüğündeymiş. Reşîd öfkelenip yüzüğü Dicle’ye atmış. Hizmetli Hâdî’ye durumu bildirince Hâdî cebelden umudunu kesmiş. Sonra Reşîd halife olmuş ve fala baktırmış. Dalgıçlar getirip cebeli Dicle’ye bıraktığı yeri göstermiş. Dalgıç cebeli bulup sudan çıkarmış. Reşîd buna çok sevinmiş ve dalgıca çok mal vermiş. Cebel ile minkâr Reşîd’in hazinesinde kalmış. Fakat Muktedir Billâh halife olunca cevherleri telef etmeye, nedîmlere, mutrîblere, kadınlara dağıtmaya başlamış. Vezirlerin nasihatlarını dinlemezmiş. Bir gün Abbas adlı vezirine çok cevher vermiş. Abbas kabul etmemiş ve “Cevâhir halife hazinesine yaraşır ve ona layıktır. Ben ona layık değilim.” demiş. Muktedir, Abbas’ın nüktesine gücenmiş fakat israfı terk etmemiş. Rindâne adlı bir bayanı sevmiş. Ona kıymetli taşlardan kimsede olmayan bir tesbih dizmiş. Adını sebha-ı rindâne koymuş. O sebha hazinede olurmuş. Muktedir’in veziri Alî ibni Mûsâ Mısır’dan geldiğinde bir gün halifeye: “Sebha-ı rindâneyi görmek isterim.” demiş. Halife: “Hazineden getirsinler.” demiş. Çok aramışlar fakat bulamamışlar. Sonra vezir cebinden sehba-ı rindâneyi çıkarıp: “Mısır pazarından satın aldım.” demiş. Vezir: “Bunun gibi nefis cevâhirler hazineden çıkıp Mısır pazarında satılmaya başladıktan sonra memlekette düzen olmaz.” demişse de fayda etmemiş yine cevherleri telef etmiş. Devleti ortadan kaldırmak isteyenler Muktedir’in hazinesinde bir şey olmadığını duyunca onu öldürmüşler154.
Şirvânî, “Menâsimü’l-merâsim” adlı kitapta yakut ile ateş ilişkisini anlatan bir rivayeti aktarır.

“Sultan Mahmûd’un torunu Sultân İbrâhîm Gaznîn’de padişah iken Sultân Melikşâh İbni Arslan tarafından kendisine bir elçi gelir. Elçi anlatmaya başlar: “Kış günleriydi. Sultân İbrâhîm’in huzuruna geldim, gördüm ki sultanın huzuruna altın ve kıymetli taşlarla süslenmiş bir âteş-dân (mangal) koymuşlardı. Bu mangalı kızıl yakutla doldurmuşlardı. Yakutların ışığı, ateş ışığı gibi etrafa yayılıyordu. Sultan altın bir çanakla o yakutları ateş karıştırır gibi karıştırıyordu. Beni gördüğünde: “Soğuktan nasılsın, üşüyor musun?” diye sordu. Ben de “Sultanım ateşinden ısınmazsam soğuktan helâk olurum.” dedim. Güldü ve bir tas yakutu önüme döktü.
Eğildim, yakutları aldım ve çok meblağa sattım. O mangalın içinde altı yedi miskal büyüklüğünde yakut parçaları vardı, gördüm”155.